Monday, September 13, 2010

David Pogue on cool phone tricks -

David Pogue on cool phone tricks - 12 Translation(s) | dotSUB

Alt yazısı nacizane tarafımdan hazırlanmıştır.

Wednesday, June 23, 2010

gerçek

gerçek diye bir şey yoksa eğer bu sahte gülümsemeler niye?
yok eğer varsa bir şey gerçek diye, bu sahte gülümsemeler niye?

tartısız yer çekimsiz yalnızlıklar sarıyor dünyanın etrafını petrol ve sıcak,
tartışmasız dedesi taş yontanın petrolle beslenen torunu kıyameti koparacak...

saçma mi? evet belki.
ama üzülmeye değer.

Thursday, June 17, 2010

Olsaydım..



bir kar tanesi olsaydım,

bulutlardan kendimi aşağı bırakıp…


ve hiç açmadan paraşütümü…

yavaş yavaş

hiç düşmeden,

hiç düşünmeden,

“gözlerimi mi açsam paraşütü mü?”

sen benden habersiz,

ben senden…

ah!

yolda giderken,

eline düşüverseydim,

şimdi olduğu gibi yine erirdim;

yine…

sen benden habersiz,

yine senin ellerinde…

yine ah!

düşsem keşke!

kurşun! ah!

bir kalem olsaydım…

kurşun! sana diyorum… ya da…

kurşun bir kalem olsaydım..

tanıdık acının, önünde kör ölümün, kömürün ne olduğundan bihaber;

ah belki!

belki hepsine aşikar, hepsinden sinsice haberli…

hem kurşun

hem kör

hem kalem;

belki.

hep seni yazayım isterdim;

seni çağırayım aynamda.

kalemimdeki son kör kurşun tükenene kadar…

zaten

kurşun,

bir kereciğine kalem olsa,

ancak senin ettiğin kadar acı eder…


bir böcek olsaydım

mutfak tezgâhı meskenim; işte hak ettiğim yer!

ordayım! burdayım!

gel.

bas üstüme ez’beni

kopar kafamı pis terlikle

umurumda değil şimdi;

ölmek!

az önce dudağına değen kaşığın üstündeyim(10 şubat 2006)

gülümse.





foto: devianart

Monday, June 14, 2010

fakir ülkenin fakir insanları

Bana bu konuda laf düşer mi?
Buyur abi içtihat açık? OK o zaman,
Bir çift laf edeyim bana ve halkıma dair...

Olmak istediğimiz yerdeki insanların eleştirilmekten korkmamaları bunları sayın @Sinyor gibi ağırbaşlılıkla istop ederek kendilerine yakışacak cevaplar vermeleri emin olunsun ki en güzellerin de güzeldir bu hayattaki her şey içinde. Bu cümleyi özne, yüklem ve alev şeklinde de kurabilir hatta dolaysız tümleçlere de gark eyleyebilir idim. Ama te buraya kadar gelmişim bir daha kim baştan yazacak şimdi. Okuyun geçin. Ya da sadece geçin..

Ama ben ki eskiden, henüz tozlar çamura dönmemişken yani, ruhların değerli olduğuna inanıp olan bitene sanki başıma gelmiş gibi üzülen ama kan damarlarımızı birbirine bağlayan Turkcell’in havalanandaki tavukla konuşan adamla çektiği reklamı gördükten sonra her ruhun bir değerini olduğunu anlayıp sadece kızan basit bir yaşam formuna dönüşme kararı aldım. Yaşa var ol evrim.

Neden bizim emeklimizin bu ülkede ve -ki sanırım eğer general rütbesiyle emekli olamadılarsa eğer- dünyanın diğer ülkelerindeki emekliler gibi yaşayamadığına dair milyonlarca şey söylenebilir. Evet yapılabilir bu. Ama dediğim gibi uyumadan önce aynaya bakıp tatlı rüyalar dilediğimiz zamanlar geçti. Kalabalıklar çözüm istiyor. “E ama burası miting meydanı değil, ben de konuşmacı değilim!” bahanelerine, bunu buraya yazıyorsan bir söyleyeceğin olmalı maddesi gereğince bir süre kapalıyız.
İnsanın ölüsü canlısından daha çok para ediyor. Şerbet diye masum kanı içtiğimiz acı kapitalizm adana şalgam'nın tahtını sallıyor. Zaman başka zaman. Duygusal olmak, keşke bizim emeklilerimizde şu güzel yaz aylarında enselerinde ısladıkları ter bezleri, yazlık bahçelerinde çapaya dursalar kolasına adam öldürülen bu büyük köyde geçer akçe sayılmıyor. Bu dediklerim daha önce milyonXzibilyon kere söylenmişlerin sadece bir kaç harf değiştirilerek tekrar edilmiş kötü bir taklidi. Mazur görün kelamsızlığımı. Yazan ne ki çıkan ne olsun de mi?

Balkon meselesine gelince. Severim balkonları. Herkes sever. Evin gezegenin maviliğine açılan kapısı. Sanırım bu yüzden yani herkes balkonları çok sevdiği için balkonunuza bir şey yaptırmak mesela duvarlarına dolap, ya da ne bileyim yere yeniden parke (oha parke ne ya) ya da şöyle etraflıca bir badana boya... İlerdeki emekliliğinin... ve çocuklarının mürüvveti, mutlulukları, istikbalini ve yaşlılığında oturacağı küçük evin bahçesinde koşan torunlarını hayal eden usta, metrekarelerden bahsederken “Dolar,” diye başlayıp, "Eğer" diyor, "şu gider borularını Amerikan malı değil de, yerli alırsak daha ucuza gelir ama,(bu amalar öldürüyor beni-bunu be dedim) ithal daha iyi, otuz beş dolar!" (Bunu da usta)

Oldu mu tamirci amca? Benim evi yapıcan diye hayaldeki o güzel evi darmadağın ettin bak. Nerde yaşıyorsun sen? Adı ne memleketin? Kim gülümsüyor bakkaldan aldığın peynirin karşılığı verdiğin parlak kağıdın üstünde? Yeşil bir renk bu kadar mı çekici? Ellerimiz kesilmiş dur bakalım diyen yok. Varsa yoksa, odus lordo seklarum!! Azrail'in can dağıttığı görülmemiştir dayı. Bırak kendi fakirliğimize üzülelim, başkasının zenginliğine kahrolacağımıza.

Durup bakmamız gereken yer düşünülecek şeylerin şey olmaktan çıkıp birer bene dönüştüğü yerlerdir. Çözüm üretmeliyiz. Mesela @Karluk’un spor dünyasındaki boşluğu görüp yaptığı gibi, bilineni ele almalı. Daha iyisini yaratmak için affedersiniz ama Levi’s 501’imiz esneyene kadar çabalamalıyız. Yoksa bu hiç olmamış, getirin çabuk yenisini demek, birazdan gelecek soruyu hep bir sonrakine ertelemekten bir adım öteye gidememek.

Son bir şey: Hangi parti üyesi olduğunuzu bilmiyorum. Ki bu beni zerre kadar ilgilendirmez. Sistemin içinde olmak yeter.

Ne milliyetçiliği severim ne ırkçılığı. Nefret? Ederim. Yapılabilinir mi? Ben kim oluyorum ki durdurayım. Elbette! Ama köşede durması gereken şu bilgi aklın tozları arasından arada silkelenip bakılmalı: Zehri miktar belirler.

Zenonla öğrencisi konuşuyorlarmış. O ne derse öğrencisi tasdik ediyormuş. Zenonda, “Bir kere de itiraz et de iki kişi olduğumuz anlaşılsın.” demiş.

Bir abimizin dediği gibi başkalarının derdine yanmak bu ülkede hep cezalandırıldı. Aman ben onlardan olmayayım. İsterim ki yazım sadece konuya farklı bir bakış acısından bakmanıza meyl olsun. Yoksa ne haddime yol göstermek! Mabadını yıkmayı bilmediğimle aşık atmam. O yüzden elim boş yüzüm kara en iyisi ben size kalkıp bir oynayayım...

:teytey:

Baki selamlar.

Sunday, June 13, 2010

Yalan dolan

Yalan söylemekten ve duymaktan nefret ediyorum. Yalan söylüyor muyum? Evet, bazen hala. Lanet olsun Jo. Ama doğruyu söyleyince içimde bir yokuştan hızla inen arabanın arka koltuğundaki çocuğun karnındaki hissin aynısından oluyor. Bi de yalanın takibi zor amuna koyim. Söylemeyi marifet sandığımdan beri akil küpüne döndüm. Hikâye falan da yazmiycam. Sgerim ya! İyice kepazeye bağladık.

Thursday, May 27, 2010

Türkiye’de 2 Milyondan Fazla Terörist Var!



Bir devlet büyüğümüz küçük rakamları kendine uygun göremediğinden muhtemelen ne anlama geldiklerini unutmuş olcak ki büyük birkaç rakamı yan yana koyup büyükçe bir söz etmiştir: “Türkiye’de 2 milyondan fazla terörist var!”

E oğlum boşuna yaşıyoruz o zaman her an bir kör kurşuna ya da düşük ölçekli bir kara mayınına ya da ergen-ikon davası vasıtesiyle öğrendiğimiz gibi en güvenli patlayıcılardan olan <

(Alıcı: Bunlara güvenebilir miyim?

Satıcı-Tabi ağabey bir patlatışta 20 kişi almazsa şu baktığım tankın altında kalayım! Böyle büyük yemin ettim bak!)

Yukarıdan devam: >el bombasına denk gelmememiz mucizeleri ima ederek bize bir daha bunlardan göndermeyeceğini söyleyen tanrı’nın memleketimize küçük bir kıyağıdır. Her gün sadaka yoluyla ona rüşvet veriyoruz ya o da bizi arada işte böyle görüyor! Ne diyordum: memleket 70 milyon desen böl 2’ye (benim rakamlarla aram pek iyi değildir vali bey’e mi sorsam acaba? Neyse…)

35… Oha!

Şimdi yaklaşık her 30 kişiden 1'i kaleşikof nedir ve nasıl kullanılıyor biliyor mu?… Çıkalım abi o zaman memleketten! Biz, onlar dağlardır diye biliyorduk. Meğer aynı bakkaldan alış veriş yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş…

Türkiye’deki insanların yaptıkları işlere yaşayış tarzlarına ve ihanet derecelerine göre numarasal olarak sıralanmaları "36. yüzyıla girerken doğunun ortasında angutluk yansımaları" adlı proje kapsamında tez olarak "Universty of Ohaya Mı… Koyim" üniversitesi kürsüsüne sunulmuştur. Ayrıntılı bilgi için, www.gerizekalılıga-kesin-cozum-icin-gunde-iki-bardak-ayrıntılı-bilgi-icin.com sitesi hiddetle tavsiye edilmekte salık verilmektedir. Türkiye'de uygulanan internet yasakları sebebiyle adı geçen siteye erişimde problem yaşayanlar olabilir. DNS ayarlarıyla oynamanıza gerek yok. Boşuna bozarsınız sitede ne anlatılıyor, bize neler oluyor, Tuzla'daki tersanelerde, kömür ocaklarında, trafik kazalarında insanlar neden bu kadar çok ve kolay ölüyor diye merak ediyorsanızö kafanızı azcık arkasında mutlu mesut yaşadığınız buzluö tuzlu ve bu yaz sıcapındaki karpuzlu camdan dışarı çıkarın bakın! Ne zaman, "Ehu ehu Bursa nası koydu mua koyim!" diye etrafta kerkenezlik edenlerden fırsat bulup iki dakka, "NOLUYO OLM!?" diye sormaya başladığınızda internettiniz ve kapalı ve yasak olan her ne varsa kendiliğiden çözülecektir.

Siz içine bıraktığınız azcık bilinç kupkuru cehaleti çözerken ben bahsi geçen sitede yaptığım kısa bir araştırmadan size azcık da olsa bahsedeyim. Aşağıda bu sitede yer alan bazı araştırmalardan kesintilere yer verdim. Umarım beğenirsiniz. Beğenmezseniz de ekime kadar. Ben de bu arada kendi cehaletime bakıp geleyim. 28 yıldır çözeltide hala taş, hala kuru...

*Türkiye’de yukarıdaki kesin tespitle de belirtildiği gibi 2 milyon adet terörist vardır. Buradaki adet sayısı insan sayısıdır. Ve bu başlığın altında verilecek diğer tüm bilgiler bu sayının verildiği kaynaktan alındığından kesinliğinden şüphe etmek kişiyi küfre sevk eder dinden çıkarır. Maazallah.

*Türkiye'de 30 milyon Kürt, 25 milyon hem teröröst hem Kürt, 20 milyon hem terörörst hem re re rö Kürt, 3 milyon kart kurt, 20 milyon Türk, 19 milyon harbi Türk, 18 milyon beyaz Türk, 10 milyonluk da taze kaşar vardır. Bu taze kaşarların bir milyonu da yaz akşamları cadde bostan sahilinde basket oynayan terli bünyeleri izleyerek ya da kenardaki sazlığa oturup cigara tüttüren gençlerin arasından salınarak geçmektedirler.. Ayrıca 1 milyon Laz 1 milyon Çerkez 8 milyon Kıpti, 4 milyon ermeni, 2 milyon jonglör, 3 milyon kalabalık sokaklarda elektrosaz çalan görme engelli, 5 milyon fani, 2.546.657 tane de Ergenekoncu vardır. Bu Ergenekoncular ermeni faniler olabildiği gibi, sayısı hızla artan joglörler de batıda yaşayan "swartzkof" Kürtler olabilir.

*Türkiye'de 8 milyon gazeteci, 2 milyon köşe yazarı, 4 milyon köşe vuruşu ve buna bağlı köşe gönderi ve büyük krampon(Krampon'un Türkçesi: Tutmalık) kaltakların şarapovası Hagi Alvaladze on numaralı formasıyla(al ve at dercesine) takımın önderi, bunlara inanan 6 milyon denyo, dört milyon araştırma görevlisi, 3 milyon co-misyon üyesi, hadi ulan 5 milyon da soruşturma kapsamı vardır. Soruşturma kapmasına girmeyen noktalarda 1 milyon türksell celocanı yanlarına alan 5 milyon araştırma görevlisi de buldukları ilk yere baz istasyonu sıçmaktadırlar.

*Türkiye'de 10000 milyon ton petrol rezervi, 800000 trilyon galon mermer cevheri, 300 milyon ton varil gazı kaçmış kola, 500 milyon ton su ve 600 bin kilo kuraklık vardır. Yine bunların eksikliğinden dem vuran 800 bin nüfuslu gazeteciler hezeyanlarını dile getirirken 43 milyon metre küp şekerlik irish cofee tüketmektedirler.



(Bu yazılanların hepsinin Allah belasını versin! Hepsi fitne fücurdur. Değil gerçek hayal tarafı bile yoktur.)

bitti.

Sunday, May 16, 2010

Nietzsche ağlar mı?


İnsanların bu yaşamda sahip oldukları çeşitli uğraşları incelemeye ve aralarından en iyi olanları seçmeye karar verdim; başkalarının uğraşları hakkında herhangi bir şey söylemeyi arzulamaksızın, kendimi, içinde bulunduğum uğraşla devam etmekten, yani tüm yaşamımı aklımı işlemenin hizmetine vermekten, kendime salık verdiğim yöntemi izleyerek, kendimi gerçeğin bilgisinde mümkün olduğunca ilerlemekten daha iyisini yapamayacağımı düşündüm. Bu yöntemi kullanmaya başladıktan sonra öylesine derin bir hoşnutluk hissettim ki, hiç kimsenin bu hayatta bundan daha sevimli ve bundan daha masum bir şeye sahip olabileceğine inanmamaya başladım; ve onun aracılığıyla her gün, bana biraz önemli görünen ve diğer insanların genellikle farkında olmadıkları gerçekleri keşfederken, yaşadığım tatmin aklımı öylesine tümüyle doldurdu ki başka hiçbir şey beni hiçbir şekilde etkileyemedi...

Nietzsche kömür ve plastik kokan eski bir çağı devirdiği uyuşturucularıyla böbürlenen bir başka çağda, bir acayip çağda, yaşamaya çalıştığımız bu çağda derimizin altında sürünen acılarımızı bu yolla dindirmeye çalışan biz, biz yalanlarla beslenen gırtlağımızdan geçenler yüzünden gördüğü duyduğu dokunduğu her şeye şaşıran amatör çıkarcılar için onu dinlemekten daha akıllıca bir şey olamaz.

Uyuşturucularıyla böbürlenen bir çağ için biçilmiş kaftandı onun konuşmaları. Kendisiyle olan tanışmaları, aklının köşelerine yaptığı uzun yolculuklar...

“Kimim ben!” sorusuna yaklaşmanın sıcak yağıyla taradı saçlarını, onun sıcaklığıyla onlarca kez kırk dereceli ateşlerde misafir oldu, ama her sıyrılışında kendi girdabından, hastalığının bile ona Nice dünyalar keşfettirdiğini söylemekten kendini bir an olsun bile sakınmadı.

Tanrı bu ümmetsiz peygamberi dünyaya haklı gururu sevdirmek için göndermişti ve o her ne kadar o yaşlı tanrıya inanmasa ve onu “ben dans etmeyen bir tanrıya inanmam” diye sevmese de...

Wednesday, May 12, 2010

piç


Kaldığım yeri unutmamak için tırnak yiyorum…

O gün kime dokunduysam mideme gidiyor önce bilgileri bu sayede…

Sonra çözülüyor orda kirden pasaktan,
kirli kar grisi pıhtısından;
ne yastık kokusu kalıyor
ne de iç gıcıklayıcı parfüm hatırası…

Bu kadar benzemeseler insanlar birbirlerine
ve tırnak yemesem
hiç…
sokaktan geçen kadının kokusuna aldanıp da tazelemeyecek aklıma kustuğum rakıları
bellek dediğim,
o kısa boylu
piç…

döken: eksik günlük

resim: zerna

Friday, May 7, 2010

taş kağıt makas

ağır kanamalı fikirler var bu akşam,
aklın sınırları kağıttan duvar,
elimde makas
"taş" arıyorum oynayacak...

ilkbahar-yaz-sonbahar-zonguldak


Kızların pantolon arkası çatalları görükmeye başladı,
memelerin de sesi basbayağı çıkar oldu artık;
“Şişt yakışıklı pişt bak biz de buradayız!” diye...
En fenası mevsimlik tarım işçi ölümleri başladı...
Yani yaz gelmiştir güzel memleketime…

Keşke kış olsa da hep,
bunları yaşamasak diyeceğim var ama;
sirsiyah Zonguldak madencileri takılıyor
boğazıma…


diyen: eksikgünlük

resim: AJ-in-charcoal

Thursday, May 6, 2010

Müziğin Renkleri - Kanun

biz

En çok öldürmeyi seviyoruz;

gırtlaklar gibi lal bir orospuyu;

limonda maydanozu

bir de ucunda efkar yanan sigarayı;

kül tablasında.



En çok izlemeyi seviyoruz;

elimizde sigara,

inşaat hafriyatı;

depremden mi sigaradan mı?;

nasıl öleceğini bilememek korkusuyla,

belki de biz otobüsün himayesinde giderken

bizimkisiyle aynı fikirler için sokakta kavga eden

adamları,

kadınları.

Bir de azıcık sesini açarak porno;

evde kimse olmadığına kanaat getirirsek.





En çok yemeyi seviyoruz;

kolay – basit – zor – alnıter – gözüyaşlı; hamurun içine et:

Mantı,

annemin eli değmiş,

sokağın başında kapış kapış satılan böreklerden farkı.

Bir de:

dünya yuvarlak,

su saydam,

Allah büyük

ve

seni seviyorum;

üç öğün aynı yalanı.

Belki bir de ucuz, kalbimiz kadar, ve kırıksa düşlerimiz gibi;

şehriyesiz pilavı



En çok oynamayı seviyoruz;

herkesin avucunda namlu, çap ve silah

avucunda herkesin,

deli dolu,

cayır cayır,

fitil fitil alkol.

alkol kana susamış,

su rakıya

rakı, herkesin suyunda

gelinin mutluluğa

damadın siyaha soyunduğu

yoğun kına(ma)lı bir düğünde

bir de yüzümüze,

gözümüze,

sesimize,

saçımızın rengine,

yani etimize

ya da

bir şeyimize işte

bir boşluğuna denk gelip

vurulmuş düşen;

temiz,

narin,

ürkek,

saf… kız… kadın…

orasına senden başka değmemiş;

duygularıyla; tazenin.



En çok söylemeyi seviyoruz;

peynir; sigara ve rakı

çatal; peynir, sigara ve rakı kokarken

ve

çalarken bizimkisiyle aynı acıdan bahseden

(arab-ı esk)i

arabı gülmez bir şarkı

bu vesile ile biz

kahrolurken

ve sarhoşken

kendisi ve kahrolmasını istediğimiz diğer her şeyiyle;

ayık

kadının adını

ve

bu, mutlu hatıralara engel adı hatırlatan,

yani şarkının bildiğimiz tek sesi,

zardan ince bir deri

nakarat yeri



(01/10/2005)

biryerler

Hiç değişmeyecek hayatım… hayat..




Bundan 10 yıl sonra da yine kar yağacak ve “ben karı seviyorum” diye espriler geçecek çıkar sokakların baca aralarından. Belki biraz daha gri yüzecek gök yüzünü; hapishane olmayanların hapishanedekiler için yaptığı gibi, yine yüzüm PVC garantisinde, kış dışarıda, ben kışı üşüyeceğim.



Yine radyoda benimkine hiç benzemeyen bir hayatı endişelendiren ortalama acılardan-kopya aşkları ezen bir şarkıyı ezbere dinleyeceğim -belki de bu yüzden-.

Üşüdüğüm halde çoraplarımın içinde ayaklarım manasızca terleyecek yine, ve bu vesile ile ziyaretime gelen hayvan olduğum düşüncesi aklımdan hiç silinmeyecek.



Yine otobüse binip Çamlıca’dan Kadıköy’e, Çamlıca’dan başka türlü kuruyan hayata, Çamlıca’dan Çamlıcasızca, Çamlıca’dan O’na, Çamlıca’dan onlara 40 dakka’da gideceğim. Canım sıkılmasın diye aklıma geldikçe yine oğlum “men dakka duka” diyeceğim. Attığım ilk adımımdan kelli çamur bürüyecek yine her yanımı. Burnum üşüyecek yine, akacak, silmeyeceğim; otobüstekilere inat.



Yine tek başıma, olunca kıvamına yani yalnızlığım, üşimiyivereyim diye camıçerçeveyiperdeyikapınınaltındakisüngeri ve yeleğimin üstünden iki düğmeyi sıkıca kapatıp osuruğumla muhabbette havayı buram buram soluyarak ve bundan aldığım büyük hazla kokusunu iyi bildiğim için yanlış yazmayacağım, kelimelerin arasından yanlız, ‘yalnız’ı.

İnadına ve abana abana dudaklarıma tuzlu çekirdek yiyeceğim ve 31 çekmek adına malzeme hiçbir kadın varlık geçmeyecek sokaktan, sokakta kadınlar olmayacak; yorganımın sıcaklığından istifade böyle ayıp fikirler; apış aralarıma sızdığı vakitler; sokak kadınlarından başka.



Yine adamlar çıkacak çatılara, açmak için, çatılardaki kiremitlerin seçebildiğinin arasından su gider yolları tıkalı –aslında özel bir adı olan ama benim bilmediğim- boruları. Ellerindeki –o anda karla iştigal edildiği için- kar kürekleriyle, ölmeyi… düşmeyi… daha da elim – fena – feci – beter –ne kadar çok tekrar var hayatta ve ne bu kibir yeter- sakat kalmayı, çocuklarını babasız, kadınını kocasız, evini ve tüm Avrupa birliğini sakallı, bıyıklı ve kel bir adamdan yoksun bırakmayı; bunların da hiç birini hesaba katmadan dünyalara sığmaz o yükü, az mı sayılır bu şekilde bir ödeme; göz’e alarak.



Hiç değişmeyecek hayatım… hayat..



Yine oynayacağım kafamın arkasındaki sanki ben onunla oynayabileyim de derdi kederi unutabileyim de diye orada çıkmış; yağ bezesiyle.

Burnumu karıştıracağım yine dirseğimi göbeğime yaslayıp. Ve gözlerimi kapatarak, parmağımı hafiften gözümün altına sokacağım iyi ve az olan şeylerden iki tane olsun istediğim, aklımın karıştığı ve canımın bu kırışıklıktan faydalanarak bunaldığı zamanlar. Pencerenin üstündeki damlalar saatlerce aynı kadere duracak yine hiç sıkılmadan ve ben buna yine ısrarla hayret olmaktan kendimi alıkoymayacağım.

Okuyacağım yine, hem de her şeyi “ben nasıl olacağım” a cevap bulmaya, beslemekten sıkıldığım içimdeki hayvana gem vurmaya.

Gece uyumazdan önce uzun süredir kimseyle sevişmediğimi hatırlatıp muamelesinden memnun kaldığım elime; yastığıma kadın, yatağıma vajinası muamelesi yapacağım.

Yine ter kokarak uyanacak koltukaltlarım. Ne kadar çabuk uzuyor? Kargaşası yaşanacak yeniden her girildiğinde banyodaki aynada ıslanmaya.

Her acılı yemekten önce -yani içinde ve öncesinde bir acı yaşanmasında sakınca olmayan- etrafımdakilere onlarla beraber bu işi yaptığım, onlara bu fırsatı verdiğim, onları bu şerefe nail ettiğim ve böyle böyle pek saçmalayarak beni çok fena sevmeleri gerektiğini düşünsünlertaşınsınlardakararversinler diye, “Bana acı dokunuyor ama…” deyip, biber ve envai çeşidinden acı yiyeceğim. Sonra da gülerek haklı çıkaracağım yüzümdeki rengimi; fazlasıyla kendimi.

Yine sırf benden önce birinin oraya oturup ısıtmış olmasını dileyeceğim, minibüs arkası 4 kişilikten cam kenarı koltuğa, benzer bir kış günü, son arabaya, ilk yolcu binerken, düşünecek onca çaresizliğim, acizliğim… ve kalemimi neden fena fellah çeviremediğim.

Yine her gece tek ve geç yatacağım. Sabah çükümün ucu göbeğimden ziyade semaya dönük uyanacağım. Şifreler gizli olacak yine, fitne fesat – fitne fücur apaçık.

Yine küfrederek, yine tükürerek uyanacağım. Aramızdan biri peygamberliğini ilan etmezse, yine salıdan önce pazartesi gelecek İse’vi takvime göre.



Hiç değişmeyecek hayatım… hayat..



Yine tırnaklarımı kemireceğim, sigara içmeyeceğim diyeceğim, kafamın içindekiler yüzünden kafamın üstündeki siyah kıldan insanlık süsü’mler dökülecek.

Anneannemim ördüğü yün çoraplar ayağıma ben bara gideceğim, bu iki uzak efsaneyi yek vücutta harmanlamanın verdiği ucuz – pespaye – her şeye muktedir olduğunu sanan çöm bir ukalalıkla “içimdeki ve dışımdaki hersesi” bastırsın diye “Ha! ha! Ha!! İşte ben böyle bir adamım amına koyim!” diye düşüneceğim zor zar zapt ettiğim dengemin kaybolmasından tırsarak, boşta gezen elimi yasladığım duvardaki -küçük ölümsüzlük çabaları- yazıları okuyup fermuarıma sıçrayan çiş damlalarından habersizce gittiğim
“O” barın tuvaletinde…

yazan: eksik günlük

fotoğraf: devianart/desiretobewamp

Tuesday, May 4, 2010

Ben Bugün Bunu Gördüm



Ben Bugün Bunu Gördüm 20.09.2008

Gün: Bugün20.09.2008

Yer: Beşiktaş-İstanbul

Durum: Harbiye’ye gitmek için minibüs bekleme hali.

Sıranın iki kişi arkasında kafamı ziken dırdırından anladığım kadarıyla öğretim görevlisi İstanbul Teknik Üniversitesi'nde İktisat Tarihi derslerine giren Paul Scholes gibi kırmızı kafalı ama sanmıyorum ki onun kadar verimli bir insani Cuma günü öğlen saat bir de verdiği ders hazreti kendisinden izin alınmadan öğlen saat 15.00’a alındığı için kibarca, -kadınlar üçpis kakalar- bunu yapanları telefonun diğer ucunda acı çeken ama onu pek de siklemediği için okula gitmesine sebep olan kişiye kusarken hemen yanımda şabalak bi tip beyaz adidaslarını ben yaşlarda gençten iki ayakkabıcıdan birine sildirir.

Boyacı işini yapar. Tozunu ve parasını alır, yollanır.

İşin başından beri onları kesen kuşlara yem satan tiizden kırık amca ayakkabısını sildiren çocuğu "Şey bakar mısınız?" şeklinde yanına çağırır. Elleri polarının içinde şabalak genç sigaradan saçı bile sararmış adamın yanına yavaşça süzülür. Adam, "O boyacılara ne kadar verdin? der. Şabalak, "İkiii milyon" der. Adam gözlerini kapatıp kafasını diğer tarafa çevirir, "Tüü mına koyim senin! Ulan bir yetele verip de burda kuşlara yem atsaydın ya şerefsiz. Sikki git"

Şabalak çocuk. Batan güneşin ışığında kafası götünde kaybolur....

Bir Gün Bir Yerde Biri Ölürse


Her fikir onun peşinden koşan için karşısındakinin tersini iddia ettiği kadar gerçektir.

Lanet okumakla bir yerlere varılsaydı keşke. Dünya da "bize" karşı yapılan kötülüklerden sonra atılan zılgıtların yakılan ağıtların ardından yukarıda hiç bir şey yapmadan oturan zalim ya da gördüğü halde hiç bir şey yapamayacak kadar aciz tanrıya sesimiz çoktan varır da bizi ihya ederdi.

Ama gördük ki öyle olmuyormuş. Karnında taşıdığı yavrusunu kendisinden önce toprağa girdiğini gören anaların, tersini yaparsam belki kınanırım korkusundan, kendisini dinlediği tanrısından gelen doğmalarından ya da harbiden de has delikanlı gibi "vatan sağ olsun" diyen babanın kan akan gözyaşları canımızı canlarımı dağlarda ölümün elinden alamıyormuş. Kurtaramıyormuş onları susadıkları kana doymak bilmeyen orospu çocuklarının ellerinden.

Neye yazıyorum ki?

Neye yazıyoruz ki...?

Bin kere on bin kere yazsak ne değişecek ki.?

Kim dinleyecek seni beni bizi.?

Ne farkımız var acısının anlamak ne haddimize yanına bile yaklaşamayacağımız o gül anaların dağ babaların feryatlarından. Yok! Zırnık kadar bile yok!

Biz!

Aç kaldığımızda açıkta kaldığımızda aciz kaldığımızda biz kelimesine sarılan bizler. Hiç bir şeyi değiştiremeyeceğiz. Bizi seni beni bezdirebildiklerinden değil gerçek "al sana yarrağam işte bak buradayım" diye parmağını götümüze götümüze dürttüğünden durum öyle. İstikrarlı ve süreli bir hal almış ölümün bu terör hali bunu isteyenler istemeye devam ettiği sürece hiç bitmeyecek. Onun dışında "biz" ne halt edersek edelim. İstersek götlerimizi iki yana ayırıp bağırıp çağıralım, en yüksek tonda lanetler okumaya damla ara koymayalım, bu derenin ağzını ona kan damlatanlar tuttukça hiç bir skim değişmeyecek.

Neresi Aktütün ya da bir başka bir yer... Fark eder mi... ölen aynı renk giyinmiş yine. Mermi g3'un ak-47'nin ağzında ölüm olmuş. Buna dur diyecek orospu çocukları ağızları açık, bıyıkları dudaklarının kenarından sarkık, plakalarında kırmızı birler sıfırlar, apoletleri ne skime oralarına takarlar bilinmez dut olmuş sus pus olmuş...

Daha sabah mutlu mutlu kıvrılıyordum başlıkların arasında... Duydum... Sanki kardeşim ölmüş gibi -bencillikten değil- acı bana ancak bu kadar yaklaşabilir diye- sanki kardeşim ölmüş gibi ağrıdı içim. Canlar...

Bir daha oku!

Onbeş can...

Acılı anaları babaları anladığımız yalanını hiç utanmadan yüzümüz kızarmadan kusmaya, gördüğümüz gözyaşlarını da susup yutmaya devam edelim.

Buna mani olabilecekken buna mani olurlarsa anlamları ortadan kalkacak çok yıldızlı ağabeylerin sahte taziyeleri yaşanan ve yaşanacak tüm acılar için yeterli diyettir.

Başka da bir şey beklemeyelim...

Friday, April 30, 2010

YASAMALISIN MUSLUM GURSES

Senden başka kimse daha iyi anlatamazdı Müslüm Baba...

Anılardan bir tutam,
Kanla suluyorum,


Thursday, April 15, 2010

bir kaybedenin gözünde Oğuz Atay




Hakkında belki de binlerce kez yazılmış olan ve benim hiç de mütevazı olmayı düşünmediğim bir dönem sonrası Türk edebiyatı içindeki en büyük yazar olarak gördüğüm Oğuz Atay için yeniden bir şeyler yazmanın ne kadar saçma olduğunu emin olun ki benden önce yazanlar gibi ben de gayet iyi biliyorum.

Ama efsanesinin önüne geçen böyle bir ismin peşinden sürüklediği gizli güruhun sesi fazla çıkmadığından ve zaten sesleri fazla çıkmadığı için böyle bir büyücüye teslim olan benim gibilerden biriysen sen de, bu damar açıcı 16 satıra gerek duymadan, hemen aşağıdaki hazineyi havaya saçarken aklına getirmen gerekenleri biliyorsun demektir.. Değilsen de?

Söndür piponu, çöz top sakalının fermuarını, giy pijamanın çizgilerini “tutunamayanlar ve tehlikeli oyunlar” kitaplarından derlediğim sözleriyle her türlü kuvveti kaldıracak güce kavuşmanın migren çatlatan baş ağrısına hazırla kendini…

Ayrıca dikkat! AşŞağıdaki bilgi düzeyi sizi, dünyanın en büyük mutluluğu cehaletten geçici bir süre alıkoyabilir. Oluşabilecek derin düşüncelerden ve dalgın bakışlardan parmaklarımız hiçbir şekilde mesuliyet kabul etmez. Çalınan güzel günlerinizin sorumluluğu tamamen size aittir.

Bu vahim durumun derinizin altına nüfuz etmesi halinde, mantıklı düşünce silsilenizin oluşturduğu akıllanma tehlikesinin bir an önce atlatılabilmesi için yetişkinler 4 ya da 5 saat, müziklerinde duygulandığımız reklâmlarda dâhil olmak kesintisiz televizyon izlemelidirler.

Lütfen öğrendiklerinizi gıcıklardan uzak tutunuz. Ve derin yerde muhafaza ediniz..
başlıyoruz…

• Özellikle, en yakınınızdakidir sizi yarışma duygusuna sürükleyen.

• Kadınlar bir yandan her şeye rağmen savunmasız ve narin olduklarını gösteren yapmacıklıklarını elden bırakmazlar. “Canım şu ipi şuraya takar mısın?” “Canım senin boyun yetişir.” -ya da “Sen benden kıymetlisin” Yani senin bütün üstünlüklerin basit ve hayvani üstünlüklere dayanır. Sonra küçük bir aksama olunca: “Dur canım, bir de ben denesem…” sahteliği.

• Rene Descartes, beşeriyetten çirkinliğinin intikamını almak arzusuyla kartezyen adı
verilen koordinat sistemini yaratmıştır.

• İnsan kendini beğenmeden yaşayamaz.

• Gazete okumak: küçük burjuvanın Pazar ayinleri

• Öyle tuzaklar kuralım ki küçümseyip bir kenara atsınlar; gene de rahat etmesin içleri.

• Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allah’ım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri

• Türkler Orta Asya’dan anavatana göç etmeden önce, bütünüyle bir kabile hayatı yaşıyorlardı. Çadır medeniyetinin gereklerine göre kurulmuş bir toplum düzenleri vardı. Bu düzenin, bugünkü hayat şartlarından ne kadar uzak olduğunu, artık dilimize yerleşmiş olan cam, hasır, kravat, kira(ev kirası), kiraz, hafif, masa, tabak, tabut, müzik, tahsil, mezar, karyola, kelime, cümle gibi kelimelerin bu dilde bilinmemesiyle kanıtlayabiliriz. Bu kelimelerin, Türkçenin eksik bir kolu olan Öztürkçe’de bulunmaması, bizi aşağıdaki sonuçlara vardırıyordu kabilenin yaşayışı hakkında:
- Türkler camdan dışarı bakmazdı.
- Türkler hasır üstünde oturmaz ve meseleleri hasıraltı etmezlerdi. Bu adet Osmanlılarda başlamıştı.
- Türkler hafiflikten hoşlanmazdı.
- Türkler ev kirası vermezdi. Ev kirası, Türklerin iptidai komünizmden, toprak burjuvazisine geçmeleriyle başlamıştı.
- Türkler, düşüncelerini, kelime ve cümle gibi kalıplar içinde ifade etmezlerdi.

• Tutunamayanlar: Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar… İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat –gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir… Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk ve hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları hekimlerce ileri sürülmektedir.

• Alışkanlıklarımdan başka vereceğim bir şey kalmamış ona. O ise, bütün bu uzun sevişmeyi, onu şimdiden özlemeye başlamam gibi bir duyguyla açıklıyor.

• Kalın kesilmiş ekmek dilimleri, süt, yumurta, peynir, bal. Kocaman çukur tabaklar içinde kaybolmuşlar. Buraya, kahvaltı ettikten sonra, oğlum bu yiyecekleri küçük tabaklar içinde getirmesini öğrenin, diyen akıl hocaları gelmemiş daha.

• Hiç olmazsa öldükten sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla yaşasaydık.

• Hükümet Konağı eski bir bina, çünkü kapısı ortada. Henüz kasabalara böyle yenilikler girmiyor. İnsan ruhunu sıkan simetriden kurtulmak için yalnız, kapı yana alınıyor.

• Bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. Ona nasıl anlatsam? Bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bir insana hiçbir şey anlatamamak ne kötü. Ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? Bu ayrılık nasıl doğdu? Hiç anlamıyorum. Bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. Aslında kimseye bahsetmedim kendimden. İstemiyorum da.

• Ben kötüyüm; sizlere karşı kötü duygular besledim içimden. Beceriksizliğimden uygulayamadım kötü düşüncelerimi. Sizleri kıskandım, küçük gördüm, bayağı buldum: bana yapılmasını istemediğim kötülükleri sizlere yapmak istedim.

• Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.

• Kimse karşısındakinin parçalanışını görmek istemiyor.

• Köylünün arkasından uzun süre baktı: bacaklarını açarak gidiyordu köylü. Gidişinde, bilgisizliğin güzelliği vardı. İşinin dışında, kolunu bacağını nasıl kullanacağını bilmez.

• İnsanların söyledikleri sözlerden heyecanlanarak kendilerini konuşmaya kaptırmaları, benim için bulunmaz bir nimetti. İnsanları dinlerken onların bir an gelip kendilerinin farkında olacakları ve heyecanlarından utanacakları düşüncesi beni korkutuyordu. Onlara çevrelerini unutturmaya çalışıyordum. Bütün dikkatimi üzerlerine çeviriyor ve onları konuşmalarında hiç yalnız bırakmıyordum. Dinleyenlerden biri sıkılır da bu duygusunu belli eder endişesiyle herkesi kolluyor, böyle olduklarını tahmin ettiklerimi sohbetin dışında tutmaya çalışıyordum.

• Annem bana hayrandır. İçinden, onunla ilgilendiğim, onunla konuştuğum için sevinir; dışındaysa, kızar görünür bana. Hele, ona bir şey öğretmek istediğimi, bilgiyle ilgili bir sohbet yapacağımızı sezerse, hemen davranır, kalkar yerinden: ocaktaki yemeğin altını söndürür, ya da elindeki örgüyü kaldırır ya da radyoyu kapatır: beni iyi dinleyebilmek için. Gerçek ilginin bu kadar candan bir belirtisini başka yerde gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Yemeğin dibinin tutmasına da aldırmasın, diyeceksiniz. Siz de çok şey istiyorsunuz.

• Bizde kavim isimleri, sinema sahiplerinin ve berberlerin ilgisini çekmekten öteye gidememiştir.

• Biz Türkler açık sözlüyüzdür. Kendimizi tutamayız. Birbirimizi ne kadar az tanımış olsak da, yarım saat geçmeden içimizi döker ve fakat aşk, deriz.

• Sigara dumanı gözleri yakıyor, eşyanın ve insanların üzerine siniyordu. Durum bir kere sağlığa aykırı oldu mu öyle sürüp gitmeli oğlum Turgut. İçki de çok içilmeli, sigara da. Havasız da kalınmalı, dumandan boğulmalı insan. Adilik de artmalı, bayağılaşmalı insan.

• Kumarcı için her oyun birdir. Yalnız beyim, belirli oyunlarla şöhret yapmış namlı kumarcılar vardır. Meraklıları, o oyunlarda böyle kumarcılardan çekinirler. Gene de dayanamazlar: hep o oyunu oynamak isterler. Telaşlı olduklarından, kumarcının şöhretiyle kulakları dolu olduğundan, her zamanki oyunlarını oynamazlar çoğu kere. Yenilirler. Kumarcının şöhreti de gittikçe artar.

• Kumar, kadın, içki: dördüncü sınıf tatlı hayat.

• Kadınlar köpeklerden farklı olduklarını göstermek için utanırlar.

• Bir kitap yazacağım: bütün insanlar birleşiniz ve aynı şeylere gülünüz.

• Bu Almanların her işi sağlam: Dün akşam bir Alman filmine gittim; çok kötüydü ama kopmadı.

• Derler ki ruh bozuklukları insanı son derece kurnaz yaparmış.

• Yeni olan her şeye isyan ediyor vücut: dünyanın en rahat yatağında yattığı ilk gece uyuyamıyor.

• Kimsenin, ne yaptığımı anlayamayacağı bir zaman kalmalı bana.

• Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanmadığımı ve kendimi bir biçime sokamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü.

• İnsanların yalan söylemesi için bir gerekçe göremediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu. İnsanlara inanmadan, onlarla birlikte olmanın mümkün olmadığını sanıyordu.

• Böyle çocuklarla, genç kızlar ancak alay edebilirdi. Sevgililer, onun saçma davranışlarına karşı, ancak göz göze gelerek gülümseyebilirdi.

• En uslanmaz insanlar bile yanlışlıkla da olsa bir kere evlenince çevrelerini kendileri gibi görmek istiyorlar.

• Meyhaneler işportacı psikiyatrislerle dolu.

• Selim kafasında on yüzbin, hayatında sadece bir aşk yaşadı. Onun da dumanı doğru çıkmadı.

• Herkes yaptığı beğenilsin diye başkasının yaptığını beğenecek.


• Her şikâyetim için ayrı bir mercie gidiyordum, onlara diyordum ki: “Bütün istediğim haksız bir muamelenin düzeltilmesi, sayın baylar lütfen beni bir kere dinleyin” Beni bir kere dinlerlerse bütün karışıklıkların düzeleceğe inanıyordum. Kendimi o kadar haklı görüyordum ki bütün aksaklığın bilmemelerinden doğduğunu sanıyordum.

• Bütün günü yorgunluğunu, karısının sevgili kocası dinlesin diye Amerikan pazarından aldığı rahat koltukta gideriyordu. Geriye yaslandı; koltuğun arka kısmı da onunla birlikte hafifçe geriye gitti: aile babalarının geceleri kötü şeyler düşünmelerini önlemek için sayısız tedbirleri vardı medeniyetin.

• Düşüncelerini kendine saklamak isteyen bir insan olarak yataktaki yakınlığın getireceği huzursuzluktan korkuyor; konuşmayı uzatıyordu. Yolculuğa çıkmadan önceki gece insan hemen arkasını dönüp yatamazdı.

• Işık yanarken pencereye ancak erkek yanaşabilir yatak odasında.

• Ey insanlar benim hepinizden farklı olduğumu nasıl anladınız? Demek fen bu kadar ilerledi.

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar kitaplarından derleyen eksikgünlük

Sunday, April 11, 2010

Al Seckel says our brains are mis-wired

Türkçe altyazı çevirisini nacizane benim yaptığım aşagıdaki videoyu iftiharla sunuyorum.

Ad Seckel diyor ki...


Yiyecek Üreticisi Şirketlerin Bilmemizi İstemediği 10 Şey




1-Ambalaj üzerindeki açıklamalarda yiyeceğin içinde yer alanların hepsini gösterilmez: Yiyeceklerin yüksek sıcaklıkta pişirilmesi sürecinde crylamides gibi kansere sebep olan kimyasallar kolaylıkla oluşabilir, ancak bunların ambalaj üzerinde gösterilmesini zorunlu kılan hiç bir kural yoktur. Dahası, çözücüler, zirai ilaçlar ve diğer kimyasalların kalıntıları da diğerleri gibi ambalajlar üzerinde gösterilmek zorunda değildirler. Bunun yanında, yiyeceklerin üzerinde içerilerinde kansere neden olabilecek kimyasalları bulundurduğunun yazılmasının yasaklanmasına dair standardizasyon konusu Amerikan Ulusal Kongresinde su anda tartışılan başlıkların içinde yer almaktadır.

2-Monosodyum glutamate (MSG): Binlerce yiyeceğin ve masum görünüşlü yüzlerce market ürünün içine eklenen bu madde endokrin sisteminin (Editör Notu(EN) hormonsal sistem: endokrin sistemi epitelli olan çok hücreli bezlerden bir tanesidir; salgısını doğrudan kana veren bezlerdir. hipofiz, tiroit, böbrek üstü bezleri bu gruba girer.) fonksiyonlarını bozmakta, normal iştah sürecine müdahalede bulunarak tüketicilerin kendilerini daha aç hissedip daha fazla besin tüketmelerine neden olmaktadır. Bu kimyasal sadece geniş çaplı bir obeziteye sebep olmamakta, aynı zamanda kar amacıyla hareket eden yiyecek firmalarının bu işi durmaksızın tekrar etmelerine neden olmaktadır.

3-MSG özellikle su malzemelerin içinde saklanarak yiyeceklere katılmaktadır: Maya özü, torula mayası, bitkisel proteinler ve otolize edilmiş mayalar. Güvendiğimiz binlerce bilindik market ürünü bu tat artırıcı kimyasalların bir ya da daha fazlasını içerir, hatta neredeyse `sebzeli burger` gibi vejetaryen ürünlerin hepsi bu gruba dâhildir. (Yemeden önce ambalajı dikkatli okuyunuz)

4-ADHD (Attention Deficit Hyperactivity Disorder.) – (EN: Çocuklardaki hiperaktivite): Çocuklarda görülen hiperaktivite rahatsızlığının neredeyse tamamı kimyasal olarak renklendirilmiş ve rafine edilmiş karbonhidrat içeren besinlerin tüketiminden kaynaklanır. ADHD vakalarını oluşturan çocukların yüzde 80`i kimyasıyla oynanmış bu besinlerin öğünlerden kesilmesi sonucu iki hafta içerisinde tedaviye olumlu cevap vermişlerdir.

5- Kimyasal Tatlandırıcı Aspartam: Bu kimyasal sadece bir kaç saat sıcağa maruz kaldığında bile Formaldehit(bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Formaldehit) ve formik asit (bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Formik_asit)gibi kimyasallara ayrılmaya başlar. Formaldehit gözleri, beyni ve bütün sinir sistemini harap edebilecek çok güçlü bir kimyasaldır. Aspartam migrenle, hastalık nöbetleriyle, bulanık görme sorunu ve diğer birçok sinir sistemi sorunuyla çok ciddi bir şekilde ilişkilidir.

6- Yemek sosları: Ananastan yapılan guakamole sosu gibi hidrojenle birleştirilmiş yağlardan, suni tatlandırıcıların katkısıyla yapılmış birçok sos bu tehlikeli ürünler içerisindedir. Hatta neredeyse bu tarz üretilen sosların birçoğunun içerisinde sosun kaynağını oluşturan sebze ve meyve aslında hiç yoktur. (Editör notu: Ketçapın içinde aslında hiç domates olmaması gibi.)

7-Plastik kaplar: Plastik kap içindeki besinler sağlık açısından büyük bir potansiyel tehlikedir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki plastik kaplar bisfenol A adı verilen kimyasalı (Bkz:http://tr.wikipedia.org/w/ındex.php?title=%C3%96zel:Ara&search=bisfenol&ns0=1&redirs=0) yiyeceklerin içerisine sızdırmaktadır. Plastik kaplarda yemek pişirmek ise bu riski defalarca katlamaktadır. Bisfenol erkeklerde meme büyümesine neden olan hormonların artışın kadınlardaki hormonsal dengenin bozulmasına neden olmaktadır. Ayrıca prostat ve göğüs kanseri gibi hormonsal kanser türlerine de davetiye çıkarmaktadır.

8- Sut Üretimi: Amerika Birleşik Devletlerinde süt üretimi dünyanın diğer bütün gelişmiş ülkelerinde yasaklanmış olan sentetik hormonlar enjekte edilmiş ineklerden yoluyla sağlanmaktadır. Bu hormonlar, çok genç yaştaki genç kızların anormal bir şekilde büyük göğüslere sahip olmasına (Editör Notu: e çok da kötü bir şey değilmiş be:) ya da prostat kanseri gibi hormonsal kökenli kanserlerin daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmasını açıklamada yardımcı olur. Monsanto (EN: endüstride kullanılan hormonların üreticileri) USDA (EN: bizdeki tarım ve köy işleri bakanlığının Amerika’daki adı) kısa bir süre önce organik süt üreticilerine, ineklerini sentetik hormonlar yoluyla tedavi ehlileştirmedikleri gerekçesiyle üretim yapmalarına müsaade etmemektedir. Organik süt üretimi bu kadar yoğun bir ateş altında olmasına rağmen bile, Organik Süt Üreticileri, Horizon (EN: Coca-Cola'nın sahibi olduğu bir şirket) `yanlışlıkla` organik ürün olarak etiketlenmiştir.

9- Market Malzemeleri: Birçok market malzemesinin(Oğünler yerine geçebilecek içecekler, su ilaveli çikolatalı sütler, v.b gibi.) paketlerinin üzerine bakıldığında çok sağlıklı olduklarına dair bağıra çağıra birçok iddiada bulundukları görülebilir. Ama gerçekte, besin değeri olarak koca bir `0` dırlar. Bilinen en önemli besin maddelerinin ise böyle bir iddiada bulunmaları FDA( EN: Amerikan gıda ve ilaç denetim idaresi) tarafından yasaklanmıştır. Bu besinler neler mi? Hormonsuz meyve&sebzeler.

10- Yiyecek üreticileri aslında marketlerde `raf` satın alırlar: Bu nedenle en karlı (dolayısıyla en düşük besin değerlerine sahip) ürünler marketlerde en görünen yerlerde, koridorların köşelerinde, kasa ödeme noktalarında, göz hizasında yer alan raflarda bulunurlar. Tüm bunlar obezite, Seker hastalıkları, kanser, kalp rahatsızlıkları, hastalıklarla tahrip olmuş bünyelerin dünyanın her yerinde artmasının nedeni olan mağaza içi satış ve görünebirlik uygulamalarıdır.

Kaynak: http://www.xm.com

Çeviren: eksik günlük

bir şey




yaralı tırnağımda yürüyen kan gibisin,

biliyorum etimden çıkacağını

ve yavaş yavaş izliyorum ismim kadar aklımda gidişini..

isminin.

LAST SURVIVOR


LAST SURVIVOR

1273 April

If you are reading this message right now, you are either an unfortunate survivor like I was, your whereabouts unknown to absolutely no one, or you are an explorer who luckily found this diary while on an adventure.

So… After this time both of us… If you are reading this right now, then both of us Two of us… We know that you are on the island!

If you are on this island my brother, then you have to know some things in order to stay alive, I mean; in order not to die… Well, I am pretty sure that you are deeply wondering what I am talking about. I am talking about the mosquitoes and their poisonous stings. I am talking about the snakes, spiders, scorpions and other repulsive bugs that infest this island.

You must protect yourself from these damn creatures! Whatever you do it`s not important. The thing which is important: You must believe this: One touch from these creatures is enough to kill you, make you a dead man. Believe me man. They are fatal, and there is only one way to protect yourself from these varmints that I know of, and it is to lather yourself in mud…every square inch of your skin. The mud repels the creatures and you will remain safe.. You might wonder how I know this?! I don’t know why but it works and braces you for my answer. How did I get these answers? Are you ready to the answer? Today is my 1000th day on this island. I was never a madman before I was displaced here; I was never crazy before this beginning, I was not madman or crazy until this beginning. I will tell you my story…

So yes, exactly today is my 1000th day. After 5 sunsets and sunrises I began to mark each day on a tree, and my marks kept growing and growing, until there was a millennium of kicks in some wood. In the beginning I was not alone. I and five others survived the ship wreck. There were only four of us after 900 days. One of us died from Malaria: If you know what it means Malaria, you know why you have to protect yourself as well...

We prepared a funeral for him, and burned his body, poured his ashes into the Ocean. If we didn’t do like this, result wouldn’t change, because it is possible when somebody came here even though they may not find piece your ashes…
Anyways, I will continue in any case. Don’t stop me bro, and the things that I can see which is called by you as a bunch of memory…

At the beginning, we set up the most efficient camp that we could right here on the beach; you know, it was hot and hot was good. Those first few days it looked like we were on a vacation on a never touched before piece of heaven on Earth. But then the rain came, and we were forced to seek refuge in a little cave at the end of this shoreline. Our cave was little –just for certificated pygmy worms- but it was still hot and peaceful. However, fortunately, one of was a gourmet chef. He cooked for all of us and I must admit before I die that those meals were better than even my wife’s meals.

We had split up our missions All of us took on different tasks on this island to stay alive; I fished, it was natural for one of us to cut wood and make the fire, and one of us was responsible for hunting buck and sheep. If you have not seen it yet, you will not be able to believe your eyes when you see how many domestic animals there are on this island!

So to speak, two of us went up the mountain to watch for ships or some form of rescue. We would burn as big of a camp fire as we could in case our fire would be noticed by a passing plane or ship, but after one year we lost hope as there because there was no sign from the ships we waited, never one sign of humanity to be recognized. Absolutely no sign of civilization…

You could water in easily if you turn your direction to the forest.. You could eat fresh vegetables and fruits. But you have to know the bad conditions of the forest as well: Anytime you can meet the wild animals which are snakes, spiders, scorpions, and maybe much more. More than much more… They should want sleep with hugging you. If you want to go to the mountain summit, you can find mountain goats. Also you can see -if you are lucky, -could you remember what does it mean?- Because we couldn’t meet yet- I mean: to the ships and you can get out of the island sure on those...

Oh my brother. Just after a year we began to realize that we may never return to our real lives that we had once upon a time. But it was not well enough to prevent finding life strength… We did not admit it to brake our chains which hold our faith`s and believe` together. Whenever if your brain calls the hopeless which in the watch, think the things which hold you on your toes… Instead of losing ourselves in pain and despair -despite being lost survivors- we made a decision to split up our ways; there were three areas which are useful; on the beach, in the forest, on the mountain. These places have different features; if you want to stay on the beach you can fishing and stay at the hot place during day and night without bugs without mug. But if you choose stay at the beach you have to walk fifteen kilometers to the nearest drinkable water source. If you go to the forest, you can find water in easily. You can eat fresh vegetables and fruits. But also you have to know the bad conditions of the forest: Anytime you can meet the wild animals which are snakes, spiders, scorpions, and maybe much more. If they find you as a handsome they should want sleep with hugging you. For another choice, you could want to go to the mountain summit, you might find mountain goats. Also you may see –we should say if you are lucky, because we couldn’t meet- the ships and you would able to get out of that hospitable island.

But if you ask me –and it would have been best thing if I were you that what exactly I did- My advice would have been to you that stay on the beach; it’s safe and warm. What have we been known? Hot was good. So, what does a man want much more in such that island except beer? What does a man want more on a stranded island than beer? Oh dear God! How I wish this island had beer. Long time you will miss to see yellow things in your dreams. I mean beautiful blond girls and beers. You see this beach is a proof you cannot find every time all of them together. Cold Beer- Hot Sand – Naughty Blonds… But don’t worry man when you pee you forget all of them. Yellow is yellow ha?

Finally, if you want a little advice from this tired old guy who has related with that island to his bone: He advises you also to think of the animals on this island as your friends, your companions. Find for you bucks, mountain goats, parrots, and monkey and tame them and speak with them, so with that way you may forget your loneliness… The bucks, mountain goats, parrots, monkeys, these animals will all speak to you if you listen very closely. This will help you. It will ease your loneliness. Trust me. I had done… like this…

Don’t lose your hope…never…don’t lose your strength…because there is no such thing on this island except for in your heart.

You will learn: What is the (biggest) worst lie that you have ever told?
You will learn: What is most important to you in this entire world?
You will think of everything that you have never thought of before…

I served you from death; I shall not begrudge a piece of smoke from you… Look at the roof, it is under the bed. Did you see? Here we go.. I think you saw.. Not the saw, behind of it. There is a lot of piece of tobacco, not the real tobacco, these are only some piece of leaf but you can fill out your lungs with the smoke even with these… That would be helping you about this situation. Did you see; you are not selfless as you think… You got your wish.

You will crash the gates of your brain! You will see yourself! Front of the windows of your skepticism... And what do you do with this? What will happen when you think? Maybe you will become a philosopher? But whatever you do you will never find one box of Marlboro. As much as you will gain, you will never find! Never! Can you imagine?

You must be hurting right now, but don’t curse me for it! This is real; it is real as your right hand... Ha ha ha!! Excuse me, that was only a little joke, I told you that I have gone somewhat crazy since I’ve been here. But this is my way of serving you from death. I have smoke for you brother, look over near the roof, it is under the bed. Do you see it?… I m wont hide from you a bunch of leaf. You must have found it now… A little piece of tobacco, not real tobaccos but these are only some leaves at least that you can burn and fill your lungs with. This will able to help you right now. You are not selfless as much as you think about yourself… Some wishes you will receive. In fact already got it one of them.

But, I’m sorry. My time is done, my wizards as well. I wish that I could have done more with my life. As I said `But` we must look to whatever bright side that we can find: We don’t have to get haircuts, we will never have to get up and labor at work another day in our lives. Imagine the wife in your ear, “Get up you bastard! Get ready for work! You’re late!” Remember this? I know… I know these are too good to be true. But don`t worry! This is the just one gift which is the island gave to you. Do not wait another one. It’s all over now.

Finally, be strong. Keep your eyes open, because as you will see, this island is not according to the beginners. Take your notes come to class of advance.
In the end, After I die on this island, all the tomorrows will be like all the yesterdays for the last two thousand years. Nothing will change.
The world dismissed me and now I -must- dismiss you…

Good-Bye…

1273 April

Serdar O., the last survivor on the island.

A wrinkly old man named Serdar stands up and puts his diary back into his bag which is next to tobacco leafs on the roof. And he walks slowly to the shore to step on a ship that took 6 years to rescue him, last survivor, a big smooth smile on his old face…

author: eksik günlük
pic: http://jujika.deviantart.com/art/Ship-18038322

Saturday, March 27, 2010

CDS Danışmanlık


Selam. Ben Eksik Günlük. Bundan tam 495 gün önce hep tutkunu olduğum alanda kendimi geliştirmek, yaratıcı yazarlık üzerinde eğitim almak üzere Amerika ya da Kanada`ya gitmek istedim. Evet, istedim bunu. Bilinen fuarlara gittim ve masaların birçoğuyla oturup konuştum. Bu zaman içerisinde 26 yıllık profesyonel İstanbullu olduğum halde taksim ve Beşiktaş ta hala bilmediğim yerler olduğunu öğrendim. Ve bu yerlerdeki yurt dışı danışmanlık şirketlerini. O şirketlerin her birinden çıkışımda isimlerinin neden yurt dışı danışmalık şirketi olduğunu daha iyi anlayabiliyordum ve kendi kendime, `Herhalde,` dedim, `Danışmanlık veren kısımları yurt dışında bunlar sadece nasıl orda olduklarını anlayamadığım çok başarılı hologramları!` Komik mi? Elbette değil. Hava inanılmaz sıcaktı ve ben çaresizdim… Çaresiz ve yalnız… Ta ki… Ta ki o gelene kadar… Noluyo ya!

Taksimdeki bir yurt dışı danışmalık şirketine daha gittim. Taksimdi ve danışmanlık şirketi `danışmalık` çıkmasa bile çıkıp bir iki ıslak hamburger yiyebilir, sokaklarında ileride olacağım büyük yazarlık sonrası kitaplarımı imzalatmak için gelecek güzel kızların hayalini kurabilirdim. Evet, yapabilirdim bunu. Bunun verdiği rahatlıkla 129T’nin akbiline acımadan bastım… Gideceğim danışmanlık şirketinin adresine bakıyordum hamburgerciden çıkarken: Galatasaray Lisesinin karsısı, CDS Danışmanlık. Bir danışmanlık şirketi bir diğerini önermişti. Sadece bunun için bile gidilebilinirdi. `Bunlarla bir görüsün isterseniz. Kanada konusunda oldukça deneyimli ve iyilerdir`. Neden denemeyeyimdi ki? Evet, belki biraz abartıyorum ama kapıdan içeri girer girmez `burası` dedim. Kısaca neyle karsılaştığımı anlatmak gerekirse; masaların üzerinde duran dağınık kâğıtlar, birilerine ait olduğu belli onlarca dosya, hemen az önce bir şeyler karalanmış olduğu ucundaki demirde hala ıslak duran mürekkepten anlaşılabilecek renk renk kalemler, birbirlerine kesinlikle nizami bakmayan misafir sandalyeleri… `Yaşıyor burası` dedim. Evet dedim bunu.

Oturduk konuştuk. Bana yardımcı olan danışman Meltem Hanim`di. Kendisi gerçekten çok yardımcı oldu, konuştuk karşılıklı, diğer danışmanlık şirketleriyle karsılaştırınca oldukça uzun. Ne istediğimi sordu,` yazmak istiyorum` dedim. Bilgilerimi istedi. Verdim. Üç hafta sonra vizem gelmişti. Su anda hala Kanada`dayım. Az önce hesapladım da 455 gün olmuş bu ilginç serüvenime başlayalı. Onların yardımıyla önce dil okuluna sonra da istediğim bölüme kaydımı yaptırdım. Kendileri benim açımdan o güne kadar alışık olmadığım bir rahatlıkla bana yardımcı oldular. Hayatimin bu önemli evresinde bana yaptıkları yardımlar için kendilerine buradan yeniden teşekkür etmek isterim. Evet, isterim bunu.

Niye mi isterim? Çünkü hava sıcaktı. Ve ben yalnızdım. Bi de ıslak hamburger yemekten bıktım ya. Hem bi şey diyim mi? Kanada çok güzel.
Ve Meltem Hanım, size yeniden çok Teşekkürler…

Imam Faisal Abdul Rauf: Lose your ego, find your compassion

Altyazisini cevirdigim bu videoyu asagidaki baglantiya tiklayarak izleyebilirsiniz.

Imam Faisal Abdul Rauf: Lose your ego, find your compassion - 27 Translation(s) | dotSUB

Tuesday, March 23, 2010

melek



melek

öyle zamanlar geçirelim ki meleğim,
ters düz edelim dünyayı
evler yansın, yıkılsın dağlar
yaz kışa dönsün.. kış ayaza
ayaklarımız havaya, sırtımız hep yere değsin.
çabuk incinirsin
bilirim..
aç koynunu serileyim üstüne
ki melegim,
sen hiç usumeyesin…

fotograf: eksik günlük

ah sevgilim,

"son karesi gibi red kit'in
batan güneşe doğru
sürerken atımı
'gitme kal' demeni bekliyorum
ama yalnızca
rüzgar çekiştiriyor atkımı.."

SUNAY AKIN

Wednesday, March 3, 2010

Çocuklar


Faşizmi çocuklar da anlayabilir
Dayak yemektir serseri bir babadan
Karanlık odaya kapatılmaktır
Hakkını istemekte direttiğin zaman

Üvey ana, yarı güleç öksüze
Sabunlu eliyle tokadı yapıştırır
Henüz yaslıdır çocuk henüz dayanıksızdır
Yıldırmaktır amaç esir etmektir
Çocuk faşizmi yanağında tanır

Onlar niçin böyle çirkin olurlar
Bir tek güzel faşist yaşamamıştır
Anlamlı sorulardır bunlar çocuklar size
Okullar bu dersi öğretmiyorlar

Nerde bir kuvvet birikmişse haksız
Nerde bir zartzurt ya da cartcurt
Nerde elimizden kapılmışsa ekmek
Sınıfta, sokakta, evde, çarşıda
İşte çocuklar faşizm ordadır

.....

ERGİN GÜNÇE

Sunday, February 28, 2010

Charles Bukowski - Music by Johnny Cash (Mercy Seat)

wants to be it to just to beat it but no meant wit out it!

orospular


van gogh kulağını kesip
bir
orospuya verdi
orospu
hunharca fırlattı
kulağı
sokağa tiksinerek.

van,
orospular
kulak
istemezler
para isterler

sanırım bu yüzden
muhteşem bir
ressamsın sen
başka
birşeyden
anlamadığından...


bugün charles bukowski`yle tanışmamın 10. yılı.

tam 10 yıldır yani yoldan cıkmışım.

benim güzel annecim.. sen hep ve her zaman olduğu gibi yine haklıymışsın.

yazık ki ben hiç adam olmayacakmışım...

Sunday, February 14, 2010

Mevsim geldi giyelim yalnızlıklarımızı


Yalnızım,
Bitmiyor tuvalet kağıtlarım çabuk.
Tek başıma kuruyor ve kuruluyorum yatagima her gece.
Ağzım bana kokuyor.
Yastigim bana ıslak.
Burnumu karıştırıyorum; rahat mı rahat.
Topuk sesim yankılanıyor; oysa halılar yepisyeni..
Pastamdaki mumlar benden bana.
Dişlerime bakmak istemezseniz anlarım yaşım ölçülebilir boş şişelerden.
Az ödüyorum telefona.
Bulaşığım ve az kirli donum.
Otobüste giderken camdan dışarı bakmak işim.
Bazen sadece cama..
Her hastalanışım küçük bir katkı hazır çorba sanayiinde çalışanlara.
Kötü yemek yapıyorum diye mutfak güzel kokmuyor.
Sırtımmdaki sivilce uzak.
En sevdiğim yollar en az iki bilet.
Alçılarım çok ve imzasız.
Yeteneklerim de var; hiç dokunmadan mesela kendime acı verebiliyorum.
Bu kadar.
Ama unutmak korkunç.
Hatırlamak da.
Ben geldim diyemiyorum.
Golgem sevmiyor gece ses olsun.
Bu sene de iki dost bitirdim.
Ya benim ya onların suçu.
yoksa olmazdı kırıntılar bu kadar çokken, oda bu kadar küçük ve yatağım bu kadar kocaman...
Karıncalar ve sinekler mesela ne kadar gürültülü.
Herkes ne kadar kalabalık.
Ne kadar zamandır ben başka dili kousuyorum.
Bilmiyorum.
Yalnızım.
En iyi ihtimalle pata gidiyorum..

Monday, February 8, 2010

Biliyor musun George?


Biliyor musun George,
Herkesin kalbi yumruğu kadardır.
Şunu görüyor musun?
Benim kalbim seninkinden büyük.
Bunu anlayabiliyor musun George?
Yani ben senden yürekliyim.
Yani ben senden büyüğüm.
Bu da demek oluyor ki,
Bu gece seni fena halde döveceğim.
İşte seni bununla döveceğim.
Bütün kalbimle!
Bütün kalbimle!
Bütün kalbimle!

(Muhammed Ali)

Saturday, February 6, 2010

Dinliyor musun?


Değil bu hiç bir şeyin kaçışı.
4 gözle beklemek
4 elle sarılmak
2 göze vurularak

Oynamak varken

3 günlük dünyada
5 vakit hüzün
2 karış toprak gibi kotu bir taktikle sahaya çıkıp

Yağmur yağmıyor. Hava güneşli ve maratonda oturuyor biz önünden geçerken hayatımızı izleyen purolu askerler.. Su var soğuk. Karınlar tok. Oyuncaklar alınmış, tutulan takımın forması giydirilmiş çocuğa… Taraftarın acı çekip kendini bize yakın hissetmesi için gerekli şartlar yok yani. Üzgünüm! Kaybedeceğiz ve küfredecekler… Ne kadar terlediğin ve kaç kere kesildiği kalbinin ucuz kırmızı kartlarla önemli değil. Ya galip geleceksin ya da hayalini kurduklarının hayalini kurmaya devam edeceksin... Eksiksin, ve başka aşk yok diyen kalecin kötü.

Hep kendi kalemize gol, oluyoruz. Defansta duran uzun boylu çocuk dizlerinin üzerine çöküp, olur böyle şeyler üzülme sen, diyecek kalecinin kirli ellerini bekliyor ensesinde. Ve her kalp daralışında ayağımıza dolanan hüzün, -yalnızlığımızdan da uzun, kimimiz kimsemiz yok ondan bu düşüp kalkmalar. Yani işte tam da burada rakının da işte ondan bulanıyor aklı. Dinliyor musun? Hem kızmaya lüzum yok hancısı çok bu skik dünya da öyle çok da şeye. Hangi kayıp ufalamadı ki ağzındaki küfürlerin arasında bedelini fazla fazla ödediği ilk sevdiği-çok sevdiği-son sevdiğinin son küçük parmağı da avucundan düşerken hayat denen orospu çocuğu otel sahibinin, Burada mı yaşıyorsunuz yoksa paket mi yapayım ev de mi üzülürsünüz?, bıyıklı gülümsemesini?

Dedi ya üzülmeye gerek yok. Bilelim yeter; takılı kalıyor girenlerin -tırtıklı- çıkanların… hani şu gözden akan ve içinde iki kilo pirinci ve koca tas çoban salatayı kaldırır tuzlu tarafları… Savaştan yeni dönmüş ve tüm günahları unutulmuş genç bir asker gibi bir hayata sığmayacak kadar çok ani ve acıyı değersiz kılacak kadar çok acıyla uslu… suratımıza yapıştırdığımız içten gülümsemeyle hayatlarını bize adayacak talihsizlerin kaybedişlerini izliyoruz. Sonra da, Nerde ulan! diye bağırıyoruz, siktigimiz son meleğin meni dolu kanatları…

Bu sefer o kalbinden de temiz kâğıda düşenler silinmeyecek! Büyüdün ve gotlesti dünya. Bilindiği için yazılanlar temiz olsun diye her yeni başlangıçta üşenmeden yeni bir sayfa açmak yok artik sana bana adi Türkçede gecen diğer şahıslara.
En çok olunmak istenen yere, `yakin`in anlamını unutacak kadar uzaklaşmak. Abdestimizi bozacaksak bunun için bozalım. Seninkisi mağlubiyetin bin yıllık makûsluğu. Her kaybedişte Şeytanın huzur bulduğu semte yeniden taşınmak. Yoksa mesele değil binlerce ve binlerce kilometre uzaktayken bile sevgilinin adini düşünüp uykuya oruçlu dalmak. Germişler teyemmümü seferinin çadırına car mıhla..

Duymadın mı?! Elleri büyük adamlar bile ölüyor. Sense sendekini üzülmek sanıyorsun. Çıkışta garsona bırakacağımız bahşiş de değiştirmiyor anılarımızı serin tutacak bulutun biz üçüncü kadehi sipariş etmeden soframıza yanaşmayışını. İçiyoruz ve uysallaştırıyoruz zamanı. Sen de öyle yap, alkolik diye çok havali bir adin olsun.
Geçtiğimiz şehirler ayak izlerimiz. Büyüyünce ve geri dönünce küçük geliyor ve anılarımıza o şehre dönenene kadar seker dolu ceplerimizde biriktirdiklerimiz.

Çıkacak bütün soruları bilecek kadar çok tekrar var hayatta. Öyle diyorlar. Ve cam pepsi şişeleri özlemeyi bırakıp aklımıza yüklendiğimiz çok cc alkol gösteriyor ki SSK`li babaların evlatlarına çare olmuyor eski dost sayacı açık kalmış zaman.

O yüzden iste yapılacak en sağlıklı tedavi günü geçmiş anılarımızı içimizdeki çocuğun ulaşamayacağı bir yerde öldürüp, hiç bulunmayacakmış ama iste denk geldiğinde de sana seni içine çeker gibi bakan iki gözdeki intiharla süslemek…
Yalnızlığım benim… sidikli kontesim… gördün mü bak yine kaybettik... Simdi otur dinle, ` Biz sana o kadar 3 5 2 oynama demiştik diye`…

Dinliyor musun?

Subat 7 –yaş 28

Monday, February 1, 2010

gaz


Doğal`dır;
Kışın gaza değmiş kar düşer Ankara`ya
Soğuk elleri keser,
Soğuk acıyı,
Ve bilmem fark ettin mi denize kıyısı olan şehirlerde hep rakıyla intihar edilir..
Niye mi söyledim bunları?
Şiir diyorum dostum, hayatı söze bölme sanatıdır.