Saturday, August 23, 2014

YAr

YAr


Gülüşün orman yangını;
Yokluğun zamana çekilmiş tığ.
Gözlerin, fırtınanın ilk rüzgarı gibi.
Her neşesi, kendine tufan...

Toz olmuş demir dağı.
Dağ dediğin durak kışa;
sen yokken.
Sen yokken,
ölüm,
acıdan değil;
olsa olsa, tende çizik
hayata küçük bir makas...

Ey sen!
Zamanımın bohçacısı.
Mevsim kış; gökyüzü kısa.
Ellerin aklıma kalan en acısız düşlerin.
Tozu toprağı olduğum.
Evimin önü.
Nazeninim.
Mabedim ol.
Gözüne göz kondurmak şirk sayılsın.
Sen tek ki kurumuş dudaklarınla git çeşmeye.
Göğün yere kavuşacağı o gün geldi sanılsın.

Yani sen afet gibi kadın;
Bizi toz etmeye niyetliysen
Omzundan yağmur düşürmesen de olur;
Tek ki kara saçlarını getir.
Ama bundan azını değil.
Örtsün yüzün yüzümü.
Vursun nefesin alnıma.
Namusuma eğil.
Mescitte mahşer adından sonra anılsın.

Buram buram,
özlüyorum...

Tazem...
Dünya, kandıracak kadar uzun.
Soğuk ellerim yabancı bir memleket gibi.
Acının ırmağı tek kürek uzakta:
umut var dediler; bak orada.
Durmak zor,
gitmek kabir;
vardım,
gördüm...

Deliriyorum...

Bakma öyle dik durduğuma;
yüksek sesle üzülmeyi bilmem ben;
içimden,
sürünüyorum.

Ah keder!
Bir beddua gibi peşimde,
sana gelirken ayaklarımı yerden kesen gölgem.
Öldürmek istiyor içimde kalan son nefes,
çoktan yere çaldığı cesedimi.
Çekil!
Çekil de, üstüne yalnızlık sıçramasın.
Senden önce bir damla can diye ağlayan bu yürek,
şimdi mezbaha yeri.

Dilim dilim,
kıyılıyorum...

Aklımdan kendime dair bir şey geçiyor;
kuru bir ağacın dalı kadar kırık,
sokaktan cılız kedi kadar da tanıdık.
Yanmış bir tarlayı eşeler gibi...
her nefeste bildiğin zift karası duman;
tesbih ağacından ey sevgilim
tane tane zehir;
yaram elimde köz bir ateş.
yaram yanmaya hazır.

Nefes nefes,
dağlıyorum...

İçimden bir şey geçiyor;
yolcusuz,
istanyonsuz,
vagonsuz,
raysız bir tren gibi.
Sanki büyüyormuşum da,
siliyormuş hayat benden,
bana en çok benzeyenleri.
Çekip kendimi ense kökümden.
Kendimi kendimden,
Söküyorum....

Müstesnam.
 “Olur mu öyle saçma şey” deyip,
arkanı döneceksen eğer,
aralara da kan dudaklarını,
zehrini bana öyle ver.
Kuruyacaksa bundan kurusun bu nefes;
çünkü, bu hikaye bildiğin benim.
Ve içinde çıldırdığım bu kafes,
anlatması en elzem yerim.
Aklımı kağıdın üstüne
satır satır,
Doğruyorum...

Doğrulma eğil....
Eğil!
Eğil mahşer oyun bahçesi kalsın.
Eğil ki yüzümün sol kenarı sultan soluğuyla kızarsın.
Eğil, ey bu halin nedir diyeni utandıracak yaram sızlasın.
Eğil, ayıbı gaybta kül eden sen.
Eğil, sözümün sızımın sahibi.
El ver bendeki bu koru alev göğsünde azledeyim.
Eğil, az getir boynunu boynuma da,
diyeceğimi diyeyim:
Şimdi burda göğsüme sıkışan şeytan
kaburgalarımın kirli pasında,
Takat ki –olduğun kadar- taa uzakta.
Demir olsa kararır.
İçimde senden yadigar meşum bir ateş
gün be gün,
Eriyorum...


Ama arş-ı alaya manayı katan sen,
eski bir yol kenarında
kırık bir kaldırım köşesinde taç veren
bir hüzün çiçeği nasıl açarsa
-işte aynen öyle-,
yorgun açıyorsun gözlerini:
Daha baştan solgun,
daha başında sonbahar.
daha en başında kırık.
Öyle gidiyorsun benden,
bedenimden,
sana tutuşan etimden.
Kiralık köhne bir evden
tek bir bavulla çıkar gibi...

Bakakalıyorum...


“Kalsın, ne olur!” diye yalvardığım rüzgar,
sesimi sözden saymazken,
kalabalıkta annesinin elini kaybetmiş bir çocuk gibi,
yüzümde çığlık ve gözyaşı
acıya irşad ediyorum.
Sessizliğim boz değil ya,
hoşçakallarına sarılıp çekiyor seni,
gecenin siyah denizine
sisin arkasındaki yağmur,
toprağı ağacından söken dev bir gözyaşı gibi...

Yola düşen her adımında
damla damla,
boğuluyorum...


Kutbum.
Yanıltmasın seni asker kısası saçlarım;
rabıta değil, infial var, aklımı örten son zarın altında!
Sensizlik ağır.
Altında ufalanıyor kemiklerim.
Ufalıyor kalbim.
Ufalıyorsun.
Uflanıyorsun...
Küçük ayakların kalabalığın ertesine,
karışıyor nefesim,
pisin tozun terkisine.
Üstümde zaman,
Ömrüm sıradan bir cinayettin artığı gibi
Uf!
Eziliyorum...


İzsiz, izansız, tadsız-manasız izbede kalayım diye
ağır yükler giymiyorsun;
aşk, sahipsiz
ve anılar tozlu kalıyor dolapta.
Kabusunda ölen mülteci
sesim hiç çıkıyor içindeki hücresinden.
Soruyorum:
Kuyu taşta mı başlar suda mı?
Hasret başta mı güzel sonda mı?

Cevabın ardında düşerken
arkamda bırakıyorum önüme saçtığın kaldırımları.
Aşka aç kuşlar yiyiyor
peşinde bıraktığın güvercin adımlarını.

Uzadıkça gölgen,
daha da ayrılıyor
yokluğunun hesabındaki parmaklarım.
Kazıyor seni
aklımın hamasi haritası
asılı olduğu devlet rengi duvarın paslı memleketinden.

Tarif ettiği adrese kadar eşlik eden
yaşlı adamların selameti ile değil;
koparır gibi takvimden bir sayfayı
tutunduğu zamanın Siccin’inden.

Dur gitme!
Bu hicret de yarım kalsın.

Ne olur gitme öyle ey sevgili!
Öyle naif öyle aklın ucuyla...
Çünkü, gitmek kolay,
gitmeye niyet edince aslında.

Yollar yok olur.
Düğümlenir.
Mesafeler,
narin eller,
güzel bakan o gözler,
o en güzel sözler...
Ucuca gelir de körelir.
Sevda menzilden çıkınca bir kere
niyet tek ki gitmeye azmetmek olsun;
yarası yardan
yarısı kış günü ayazdan
gönülden gönüle
bin adım da az gelir doğrusu,
bin arşın da.
Ben bu sonun yolcusu.
Düşe kalka,
Aşk ediyorum...

Ya star!
Yön bulduran gecenin, pusulası ses.
Gece ki asıl fakih.
Mennan değil bu;
Aşk.
Gelir diye korktukları üç harfli şeytan...
Ama gidiyorsun.
Gidiyorsun ya.
Duyduğun bu ses,
kırılan kalbimden değil.
Göğsümdeki kafeste vurulan iman.

Oysa ki.
Ne acziyet gözümde kör.
Ne reddedişe kulağım sağır.
Kaçışım korkaklıktan değil,
Bu esaret iki omuz için fazla ağır.


Nefes nefeseyim.
Yorulduğumdan değil;
Seni sevdiğimden sultanım.
Elif, lam, mim!
Şirke koşuyorum.