Sunday, May 16, 2010

Nietzsche ağlar mı?


İnsanların bu yaşamda sahip oldukları çeşitli uğraşları incelemeye ve aralarından en iyi olanları seçmeye karar verdim; başkalarının uğraşları hakkında herhangi bir şey söylemeyi arzulamaksızın, kendimi, içinde bulunduğum uğraşla devam etmekten, yani tüm yaşamımı aklımı işlemenin hizmetine vermekten, kendime salık verdiğim yöntemi izleyerek, kendimi gerçeğin bilgisinde mümkün olduğunca ilerlemekten daha iyisini yapamayacağımı düşündüm. Bu yöntemi kullanmaya başladıktan sonra öylesine derin bir hoşnutluk hissettim ki, hiç kimsenin bu hayatta bundan daha sevimli ve bundan daha masum bir şeye sahip olabileceğine inanmamaya başladım; ve onun aracılığıyla her gün, bana biraz önemli görünen ve diğer insanların genellikle farkında olmadıkları gerçekleri keşfederken, yaşadığım tatmin aklımı öylesine tümüyle doldurdu ki başka hiçbir şey beni hiçbir şekilde etkileyemedi...

Nietzsche kömür ve plastik kokan eski bir çağı devirdiği uyuşturucularıyla böbürlenen bir başka çağda, bir acayip çağda, yaşamaya çalıştığımız bu çağda derimizin altında sürünen acılarımızı bu yolla dindirmeye çalışan biz, biz yalanlarla beslenen gırtlağımızdan geçenler yüzünden gördüğü duyduğu dokunduğu her şeye şaşıran amatör çıkarcılar için onu dinlemekten daha akıllıca bir şey olamaz.

Uyuşturucularıyla böbürlenen bir çağ için biçilmiş kaftandı onun konuşmaları. Kendisiyle olan tanışmaları, aklının köşelerine yaptığı uzun yolculuklar...

“Kimim ben!” sorusuna yaklaşmanın sıcak yağıyla taradı saçlarını, onun sıcaklığıyla onlarca kez kırk dereceli ateşlerde misafir oldu, ama her sıyrılışında kendi girdabından, hastalığının bile ona Nice dünyalar keşfettirdiğini söylemekten kendini bir an olsun bile sakınmadı.

Tanrı bu ümmetsiz peygamberi dünyaya haklı gururu sevdirmek için göndermişti ve o her ne kadar o yaşlı tanrıya inanmasa ve onu “ben dans etmeyen bir tanrıya inanmam” diye sevmese de...

No comments:

Post a Comment