Wednesday, October 29, 2014

Kitaplarım



Insana anlatması en zor en sevdiğiymiş. İşte şimdi anlatacağım en sevdiğim...

Kitaplar, kitaplarım, içimin henüz pıhtılaşmamış boşluklarını saf bir gençlik, ağu bir sükunetle dolduran kör gözlü kiramen katiplerim.


Yarı yeksan gençliğimden habersiz geçmiş, savaşların çiğnediği yüzyıllar kadar ağır, gülün gölgesine denk düşen eski bir tül kadar zarif, ve kibirli katilin bıçağında yırtılan ses kadar ince... sac ayakları hayatımın...

Kitaplarım...

Sayfalarının arasında bilmem kaç ölümden döndüğüm, mahşeri de müjdeyi de gördüğüm, beni rızamla düştüğüm mabadların kör ağızlarından alan, sevda diye daldığım uçsuz karanlıklardan bin sevap saadetiyle çıkaran, yüzlerce dil bilse de yine dilsiz, binlerce söz tutsa da yine sessiz, harcı toz, dokunanı serkeş, seveni payidar, solgun yüzlü yitik yarenlerim benim.

......

Kitaplarım...

Bir iştah ve pişmanlık gibi geçici, göğü delen binaların parlak ışıklı camlarında ölü bir güvercin gibi huzurdan yana aksak yanı hayatımın...

Beni benden sakınan adsız kahramanlarım... Kitaplarım...

                                     ......

Kendine zûl aklım ne zaman kendime yetmez ise, kurtarmak için beni bu düşüşün kafasından, avanaklığıma paravan, zekama küfür, saflığıma ders, kötülüğüme mürşid onlar.

Bu yayı kırık sakat halimden pişman geri kalanımın var olmak ve manasını aramakla ilgili bitmez açlığının cüz cüz, saat saat imtihana geldiği uçsuz bucaksız meydanlarım.

Mutluluğa seyiren her acemi telaşta, o büyük sırra dair doymak bilmez her açlığımın her kabarışında aciz nefesimi rahman kapılarına kul kepaze eylediğim bereket helvasından sonsuz diyarlarım.

Kitaplar...

Nişanı, ayıplanmayı adet edinmiş kırmızı gözlerden de beter isli birer aşk, ya dünya bu tutuştuğum.

İçime çektiğim duman ciğerlerime damla damla dolduğum.

Rengi kırık saman sayfalara aklımın ardı sıra batan elimde mürekkepten mürekkep bir dağ karası... 
her sayfada bir son huzur, her sayfada bir başka taze isyan; bir satır divite sürünmüş aklın akla şirk koşması yeniden her satırda...

Zül olmuş zamanın kendini kibirli harflere satması...

Bin dervişi yutmuş alemin bir "ol" sözünün peşine düşüp her nefeste yeniden bir yaprak kağıda sığması...

Elin kağıda her sarılışında, fikre inen her keskin satırda yel almış yüreğin yorduğuna hasret kalması.

 Hasretler; aşkın meşke ramak kalması; sevda ile uyanıp, özleme kuşanıp, acı ile yoğrulanları okudukça sözün dize gelmesi.

Kurşun deyince ölen, ölüm deyince giden aklın içine giren her kelimede namluda titreyen barut gibi acıya hemhal olması.

Şirazesi kırılmış mekanın zamana yol olması...

                                     ......

Kitaplarım...
cevabı olunmaz bir bilmece.
Efendisine ırak bir burç.
Mürekkepten mürekkep kaleler.
Bilipte anlatamayanların masalındaki o uzak uç...
İnsanı sûkunetle kendine çeken mayi bir el.
Gerçeklerden kaçıp doğruların arandığı çimenleri ıslak o gizli yer.
Bir güzelliği görmek ama üstüne uzanmamak.
Yordamdan uzak hastalıklı bir itaat.
Nerden baksan gayb.
Nerden baksan tutarsızlık.

Beni bana açsın diye aralarına uzandığım kitaplarım...

Çevirdiğim her yeni sayfada önüme saadetiyle keyfini süreceğim, ama bu kelimelerden cennetin bedeli olarak kahramanlarının kaderlerine ortaklığı şart koşmayan cömert hayatlar seren eli açık masalcılarım benim.

Hazinesi ve haramisi bol, humması altından, masalları parıltılı rüyalara açılan susam kilitli kapılar onlar...


Onlar, sanki karşında gülümseyen eski bir dost... Dostun uzattığından sağlam bir nefes alır gibi çevirdiğim her sayfada aklımın kapılarını kırk kere kırıp her baskında yeniden ters kelepçesine alanlar beni.

Onlar beni akıl kusurluluğu suçundan zihnin zifiri zindanlarına yaka paça tıkanlar.

Onlar suratımda patlayan sunturlu dayaklarını fikrin zehirli yumruklarıyla atıp, sabrın erdeme giden sicimini uzun tutan kör gözlü cellatlar...

Onlar çift başlı dev kartalların, onlar ormanı sahipsiz sanan yaşlı kadın düşkünü terbiyesiz kurtların, onlar ağzında ateş canavarların önünde dize geldiği gözleri patlak, derisi yeşil, çatal dilli efendileri.

Onlar kanla teyemmüm eden, taze gelinlerin ruhuna sinen, geceleri gölgelerin içinden çıkıp gelen garip şeylerin karanlık efsanesi.

Onlar, kırk kere saklı hazinelerin, her basamağında bin kere ölünen gizli dehlizlerin, istiğfar kapılarında kırk tövbenin kırk kere yeksan edildiği, altın sarıklı türbelerin yerini rüyalarda fısıldayan yaşlı büyücüler.

Dostlar 30 gümüş sikkeye satıldığından beri yıl olmuş basbayağı iki bin küsür, onlar şimdi aslında, güzel prenseslerin hain, yakışıklı prenslerin biraz ibne olduğunu öğreten eski ahbaplar bana.

Onlar, işte, parmağımı sihrine doladığım her sayfada başka maceraların sonunu getiren hayal tozundan sisli hayatlar.

Onlar şimdi, masada, yatağımda, koltukta, kitaplıkta. Onlar evimde, çantamın içinde, onlar yolda, işyerinde. Onlar işte oldukları gibi orda. Bense, sümüğünü yakası sökük önlüğüne silen yaramaz çocuk onların yanında.

Kitaplarım...

Zamanın ömrümü takvim takvim yırtan katil bıçağındaki ses kadar ince onlar... sac ayakları hayatımın...

Saturday, August 23, 2014

YAr

YAr


Gülüşün orman yangını;
Yokluğun zamana çekilmiş tığ.
Gözlerin, fırtınanın ilk rüzgarı gibi.
Her neşesi, kendine tufan...

Toz olmuş demir dağı.
Dağ dediğin durak kışa;
sen yokken.
Sen yokken,
ölüm,
acıdan değil;
olsa olsa, tende çizik
hayata küçük bir makas...

Ey sen!
Zamanımın bohçacısı.
Mevsim kış; gökyüzü kısa.
Ellerin aklıma kalan en acısız düşlerin.
Tozu toprağı olduğum.
Evimin önü.
Nazeninim.
Mabedim ol.
Gözüne göz kondurmak şirk sayılsın.
Sen tek ki kurumuş dudaklarınla git çeşmeye.
Göğün yere kavuşacağı o gün geldi sanılsın.

Yani sen afet gibi kadın;
Bizi toz etmeye niyetliysen
Omzundan yağmur düşürmesen de olur;
Tek ki kara saçlarını getir.
Ama bundan azını değil.
Örtsün yüzün yüzümü.
Vursun nefesin alnıma.
Namusuma eğil.
Mescitte mahşer adından sonra anılsın.

Buram buram,
özlüyorum...

Tazem...
Dünya, kandıracak kadar uzun.
Soğuk ellerim yabancı bir memleket gibi.
Acının ırmağı tek kürek uzakta:
umut var dediler; bak orada.
Durmak zor,
gitmek kabir;
vardım,
gördüm...

Deliriyorum...

Bakma öyle dik durduğuma;
yüksek sesle üzülmeyi bilmem ben;
içimden,
sürünüyorum.

Ah keder!
Bir beddua gibi peşimde,
sana gelirken ayaklarımı yerden kesen gölgem.
Öldürmek istiyor içimde kalan son nefes,
çoktan yere çaldığı cesedimi.
Çekil!
Çekil de, üstüne yalnızlık sıçramasın.
Senden önce bir damla can diye ağlayan bu yürek,
şimdi mezbaha yeri.

Dilim dilim,
kıyılıyorum...

Aklımdan kendime dair bir şey geçiyor;
kuru bir ağacın dalı kadar kırık,
sokaktan cılız kedi kadar da tanıdık.
Yanmış bir tarlayı eşeler gibi...
her nefeste bildiğin zift karası duman;
tesbih ağacından ey sevgilim
tane tane zehir;
yaram elimde köz bir ateş.
yaram yanmaya hazır.

Nefes nefes,
dağlıyorum...

İçimden bir şey geçiyor;
yolcusuz,
istanyonsuz,
vagonsuz,
raysız bir tren gibi.
Sanki büyüyormuşum da,
siliyormuş hayat benden,
bana en çok benzeyenleri.
Çekip kendimi ense kökümden.
Kendimi kendimden,
Söküyorum....

Müstesnam.
 “Olur mu öyle saçma şey” deyip,
arkanı döneceksen eğer,
aralara da kan dudaklarını,
zehrini bana öyle ver.
Kuruyacaksa bundan kurusun bu nefes;
çünkü, bu hikaye bildiğin benim.
Ve içinde çıldırdığım bu kafes,
anlatması en elzem yerim.
Aklımı kağıdın üstüne
satır satır,
Doğruyorum...

Doğrulma eğil....
Eğil!
Eğil mahşer oyun bahçesi kalsın.
Eğil ki yüzümün sol kenarı sultan soluğuyla kızarsın.
Eğil, ey bu halin nedir diyeni utandıracak yaram sızlasın.
Eğil, ayıbı gaybta kül eden sen.
Eğil, sözümün sızımın sahibi.
El ver bendeki bu koru alev göğsünde azledeyim.
Eğil, az getir boynunu boynuma da,
diyeceğimi diyeyim:
Şimdi burda göğsüme sıkışan şeytan
kaburgalarımın kirli pasında,
Takat ki –olduğun kadar- taa uzakta.
Demir olsa kararır.
İçimde senden yadigar meşum bir ateş
gün be gün,
Eriyorum...


Ama arş-ı alaya manayı katan sen,
eski bir yol kenarında
kırık bir kaldırım köşesinde taç veren
bir hüzün çiçeği nasıl açarsa
-işte aynen öyle-,
yorgun açıyorsun gözlerini:
Daha baştan solgun,
daha başında sonbahar.
daha en başında kırık.
Öyle gidiyorsun benden,
bedenimden,
sana tutuşan etimden.
Kiralık köhne bir evden
tek bir bavulla çıkar gibi...

Bakakalıyorum...


“Kalsın, ne olur!” diye yalvardığım rüzgar,
sesimi sözden saymazken,
kalabalıkta annesinin elini kaybetmiş bir çocuk gibi,
yüzümde çığlık ve gözyaşı
acıya irşad ediyorum.
Sessizliğim boz değil ya,
hoşçakallarına sarılıp çekiyor seni,
gecenin siyah denizine
sisin arkasındaki yağmur,
toprağı ağacından söken dev bir gözyaşı gibi...

Yola düşen her adımında
damla damla,
boğuluyorum...


Kutbum.
Yanıltmasın seni asker kısası saçlarım;
rabıta değil, infial var, aklımı örten son zarın altında!
Sensizlik ağır.
Altında ufalanıyor kemiklerim.
Ufalıyor kalbim.
Ufalıyorsun.
Uflanıyorsun...
Küçük ayakların kalabalığın ertesine,
karışıyor nefesim,
pisin tozun terkisine.
Üstümde zaman,
Ömrüm sıradan bir cinayettin artığı gibi
Uf!
Eziliyorum...


İzsiz, izansız, tadsız-manasız izbede kalayım diye
ağır yükler giymiyorsun;
aşk, sahipsiz
ve anılar tozlu kalıyor dolapta.
Kabusunda ölen mülteci
sesim hiç çıkıyor içindeki hücresinden.
Soruyorum:
Kuyu taşta mı başlar suda mı?
Hasret başta mı güzel sonda mı?

Cevabın ardında düşerken
arkamda bırakıyorum önüme saçtığın kaldırımları.
Aşka aç kuşlar yiyiyor
peşinde bıraktığın güvercin adımlarını.

Uzadıkça gölgen,
daha da ayrılıyor
yokluğunun hesabındaki parmaklarım.
Kazıyor seni
aklımın hamasi haritası
asılı olduğu devlet rengi duvarın paslı memleketinden.

Tarif ettiği adrese kadar eşlik eden
yaşlı adamların selameti ile değil;
koparır gibi takvimden bir sayfayı
tutunduğu zamanın Siccin’inden.

Dur gitme!
Bu hicret de yarım kalsın.

Ne olur gitme öyle ey sevgili!
Öyle naif öyle aklın ucuyla...
Çünkü, gitmek kolay,
gitmeye niyet edince aslında.

Yollar yok olur.
Düğümlenir.
Mesafeler,
narin eller,
güzel bakan o gözler,
o en güzel sözler...
Ucuca gelir de körelir.
Sevda menzilden çıkınca bir kere
niyet tek ki gitmeye azmetmek olsun;
yarası yardan
yarısı kış günü ayazdan
gönülden gönüle
bin adım da az gelir doğrusu,
bin arşın da.
Ben bu sonun yolcusu.
Düşe kalka,
Aşk ediyorum...

Ya star!
Yön bulduran gecenin, pusulası ses.
Gece ki asıl fakih.
Mennan değil bu;
Aşk.
Gelir diye korktukları üç harfli şeytan...
Ama gidiyorsun.
Gidiyorsun ya.
Duyduğun bu ses,
kırılan kalbimden değil.
Göğsümdeki kafeste vurulan iman.

Oysa ki.
Ne acziyet gözümde kör.
Ne reddedişe kulağım sağır.
Kaçışım korkaklıktan değil,
Bu esaret iki omuz için fazla ağır.


Nefes nefeseyim.
Yorulduğumdan değil;
Seni sevdiğimden sultanım.
Elif, lam, mim!
Şirke koşuyorum.


Sunday, July 13, 2014

Biz

Kopuk bir yüzyıl geleneklerinden, içine girmeye çalıştığı gelecekten kopuk. Zaman Kirli bir çağın yıl devirmeye çalışması. Biz çocukları kendini kaybetmiş mikroplar, en öznediğimiz oyun tanrılar yaratmak, tanrıcılık. Zulmün haber değeri taşımassa üzünülmesine gerek duyulmadığı tükenmiş bir ömrün yanmış tohumlarıyız. Her birimiz toprağındaki çatlakları unutmuş kendinden doğacak çiçeklerin bu cehennemin çehresini yırtacağının hayalinde. Gelecek sizin eserinizdir demek, ben bi bok yiyemedim, siz hallediverirsinizden başka nicedir? Topu hep sonraki kuşağın karnına atmak Suçtan kaçmak için ne boş bir inziva. Hepimiz tecesüssten yoksun etin ve uykunun peşinde bildiğin hayvan üzeri +1 leriz. 0 larımız öyle çok ki başımıza gelecek en güzel 1 şey bile ancak kötülüğümüzü milyon eder.

Yoktuk. Çoklandık. Boklandık.