YAr
Gülüşün orman yangını;
Yokluğun zamana çekilmiş
tığ.
Gözlerin, fırtınanın ilk
rüzgarı gibi.
Her neşesi, kendine tufan...
Toz olmuş demir dağı.
Dağ dediğin durak kışa;
sen yokken.
Sen yokken,
ölüm,
acıdan değil;
olsa olsa, tende çizik
hayata küçük bir makas...
Ey sen!
Zamanımın bohçacısı.
Mevsim kış; gökyüzü kısa.
Ellerin aklıma kalan en
acısız düşlerin.
Tozu toprağı olduğum.
Evimin önü.
Nazeninim.
Mabedim ol.
Gözüne göz kondurmak şirk
sayılsın.
Sen tek ki kurumuş
dudaklarınla git çeşmeye.
Göğün yere kavuşacağı o gün
geldi sanılsın.
Yani sen afet gibi kadın;
Bizi toz etmeye niyetliysen
Omzundan yağmur düşürmesen
de olur;
Tek ki kara saçlarını getir.
Ama bundan azını değil.
Örtsün yüzün yüzümü.
Vursun nefesin alnıma.
Namusuma eğil.
Mescitte mahşer adından
sonra anılsın.
Buram buram,
özlüyorum...
Tazem...
Dünya, kandıracak kadar
uzun.
Soğuk ellerim yabancı bir
memleket gibi.
Acının ırmağı tek kürek
uzakta:
umut var dediler; bak
orada.
Durmak zor,
gitmek kabir;
vardım,
gördüm...
Deliriyorum...
Bakma öyle dik durduğuma;
yüksek sesle üzülmeyi
bilmem ben;
içimden,
sürünüyorum.
Ah keder!
Bir beddua gibi peşimde,
sana gelirken ayaklarımı
yerden kesen gölgem.
Öldürmek istiyor içimde
kalan son nefes,
çoktan yere çaldığı
cesedimi.
Çekil!
Çekil de, üstüne yalnızlık
sıçramasın.
Senden önce bir damla can
diye ağlayan bu yürek,
şimdi mezbaha yeri.
Dilim dilim,
kıyılıyorum...
Aklımdan kendime dair bir
şey geçiyor;
kuru bir ağacın dalı kadar
kırık,
sokaktan cılız kedi kadar
da tanıdık.
Yanmış bir tarlayı eşeler
gibi...
her nefeste bildiğin zift
karası duman;
tesbih ağacından ey
sevgilim
tane tane zehir;
yaram elimde köz bir ateş.
yaram yanmaya hazır.
Nefes nefes,
dağlıyorum...
İçimden bir şey geçiyor;
yolcusuz,
istanyonsuz,
vagonsuz,
raysız bir tren gibi.
Sanki büyüyormuşum da,
siliyormuş hayat benden,
bana en çok benzeyenleri.
Çekip kendimi ense
kökümden.
Kendimi kendimden,
Söküyorum....
Müstesnam.
“Olur mu öyle saçma şey” deyip,
arkanı döneceksen eğer,
aralara da kan
dudaklarını,
zehrini bana öyle ver.
Kuruyacaksa bundan kurusun
bu nefes;
çünkü, bu hikaye bildiğin
benim.
Ve içinde çıldırdığım bu
kafes,
anlatması en elzem yerim.
Aklımı kağıdın üstüne
satır satır,
Doğruyorum...
Doğrulma eğil....
Eğil!
Eğil mahşer oyun bahçesi
kalsın.
Eğil ki yüzümün sol kenarı
sultan soluğuyla kızarsın.
Eğil, ey bu halin nedir
diyeni utandıracak yaram sızlasın.
Eğil, ayıbı gaybta kül
eden sen.
Eğil, sözümün sızımın
sahibi.
El ver bendeki bu koru alev
göğsünde azledeyim.
Eğil, az getir boynunu
boynuma da,
diyeceğimi diyeyim:
Şimdi burda göğsüme
sıkışan şeytan
kaburgalarımın kirli pasında,
Takat ki –olduğun kadar- taa
uzakta.
Demir olsa kararır.
İçimde senden yadigar
meşum bir ateş
gün be gün,
Eriyorum...
Ama arş-ı alaya manayı katan sen,
eski bir yol kenarında
kırık bir kaldırım
köşesinde taç veren
bir hüzün çiçeği nasıl
açarsa
-işte aynen öyle-,
yorgun açıyorsun gözlerini:
Daha baştan solgun,
daha başında sonbahar.
daha en başında kırık.
Öyle gidiyorsun benden,
bedenimden,
sana tutuşan etimden.
Kiralık köhne bir evden
tek bir bavulla çıkar
gibi...
Bakakalıyorum...
“Kalsın, ne olur!” diye
yalvardığım rüzgar,
sesimi sözden saymazken,
kalabalıkta annesinin
elini kaybetmiş bir çocuk gibi,
yüzümde çığlık ve gözyaşı
acıya irşad ediyorum.
Sessizliğim boz değil ya,
hoşçakallarına sarılıp çekiyor
seni,
gecenin siyah denizine
sisin arkasındaki yağmur,
toprağı ağacından söken
dev bir gözyaşı gibi...
Yola düşen her adımında
damla damla,
boğuluyorum...
Kutbum.
Yanıltmasın seni asker
kısası saçlarım;
rabıta değil, infial var,
aklımı örten son zarın altında!
Sensizlik ağır.
Altında ufalanıyor
kemiklerim.
Ufalıyor kalbim.
Ufalıyorsun.
Uflanıyorsun...
Küçük ayakların kalabalığın
ertesine,
karışıyor nefesim,
pisin tozun terkisine.
Üstümde zaman,
Ömrüm sıradan bir
cinayettin artığı gibi
Uf!
Eziliyorum...
İzsiz, izansız,
tadsız-manasız izbede kalayım diye
ağır yükler giymiyorsun;
aşk, sahipsiz
ve anılar tozlu kalıyor
dolapta.
Kabusunda ölen mülteci
sesim hiç çıkıyor içindeki
hücresinden.
Soruyorum:
Kuyu taşta mı başlar suda
mı?
Hasret başta mı güzel
sonda mı?
Cevabın ardında düşerken
arkamda bırakıyorum önüme
saçtığın kaldırımları.
Aşka aç kuşlar yiyiyor
peşinde bıraktığın
güvercin adımlarını.
Uzadıkça gölgen,
daha da ayrılıyor
yokluğunun hesabındaki
parmaklarım.
Kazıyor seni
aklımın hamasi haritası
asılı olduğu devlet rengi
duvarın paslı memleketinden.
Tarif ettiği adrese kadar
eşlik eden
yaşlı adamların selameti
ile değil;
koparır gibi takvimden bir
sayfayı
tutunduğu zamanın
Siccin’inden.
Dur gitme!
Bu hicret de yarım kalsın.
Ne olur gitme öyle ey
sevgili!
Öyle naif öyle aklın
ucuyla...
Çünkü, gitmek kolay,
gitmeye niyet edince
aslında.
Yollar yok olur.
Düğümlenir.
Mesafeler,
narin eller,
güzel bakan o gözler,
o en güzel sözler...
Ucuca gelir de körelir.
Sevda menzilden çıkınca
bir kere
niyet tek ki gitmeye
azmetmek olsun;
yarası yardan
yarısı kış günü ayazdan
gönülden gönüle
bin adım da az gelir
doğrusu,
bin arşın da.
Ben bu sonun yolcusu.
Düşe kalka,
Aşk ediyorum...
Ya star!
Yön bulduran gecenin,
pusulası ses.
Gece ki asıl fakih.
Mennan değil bu;
Aşk.
Gelir diye korktukları üç
harfli şeytan...
Ama gidiyorsun.
Gidiyorsun ya.
Duyduğun bu ses,
kırılan kalbimden değil.
Göğsümdeki kafeste vurulan
iman.
Oysa ki.
Ne acziyet gözümde kör.
Ne reddedişe kulağım
sağır.
Kaçışım korkaklıktan
değil,
Bu esaret iki omuz için
fazla ağır.
Nefes nefeseyim.
Yorulduğumdan değil;
Seni sevdiğimden sultanım.
Elif, lam, mim!
Şirke koşuyorum.
No comments:
Post a Comment